• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

AŞK VE NARSİSİZM: FREUD VE MEVLANA’NIN KESİŞTİĞİ NOKTALAR

AŞK VE NARSİSİZM: FREUD VE MEVLANA’NIN KESİŞTİĞİ NOKTALAR

Uzm. Dr. Ali Algin Köşkdere, Kasım 2010

Freud’un Türklerle ilgili yazdıkları, yaşadıkları, alıntıları ilgi çekicidir. Bunlar arasında Freud’un Mevlana’dan yaptığı alıntı en etkileyici olanıdır. Bu alıntı, belki de Mevlana’nın yaşamını, inancını ve felsefesini en özet biçimde anlatan iki dizedir. Freud’un böyle maharetli bir biçimde yaptığı bu alıntının, Onun derin kültürel birikimini ve keskin zekâsını göstermektedir. Diğer yandan bu iki dize Mevlana’nın insanı ne kadar iyi tanıdığını da göz önüne serer. Bu iki dâhinin ikisi de insanı ele almışlar, ikisi de insanın iç dünyasına yönelmişler ve ikisi de bu yolda serbest çağrışımdan yararlanmışlardır. Freud serbest çağrışımı insanı araştırmada kullanırken, Mevlana serbest çağrışımla iç dünyasını dile getirmiş, 6 ciltlik Mesnevisini serbest çağrışımla yazdırmış, kendi serbest çağrışımları ile insana insanı tanıtmaya ve insanın iyiliği nasıl yüceltebileceğini öğretmeye çalışmıştır.

Freud’un insanı anlamada şairlerden ve mitolojiden ne kadar çok yararlandığı bilinir. Kadınlık üzerine yaptığı bir konuşmayı bitirirken  “Eğer bu konuda daha çok bilgi edinmek isterseniz ya yaşamdaki deneyimlerinizi araştırın ya şairlere yönelin ya da bilimin size daha derin ve tutarlı bilgiler vermesini bekleyin.” demiştir. Bu yazıda, narsisizmi araştırmada bir şairin şiirlerini, bu şairin anlattığı narsisistik bir olgunun hikâyesi ele alınacaktır.

Freud, Schreber Vakası’ndaki “Paranoyanın Düzeneği Üzerine” adlı bölümde, megalomaninin temelde çocuksu bir yapıda olduğunu ve gelişim ilerledikçe toplumsal kaygılara feda edildiğini öne sürer. Bireyin megalomanisinin en şiddetle baskılandığı zamanın, güçlü bir aşkın etkisine girdiği zaman olduğunu söyler ve Mevlana’nın şu beyitini alıntılar:

Aşk ateşi yandığında,

Ben denen karanlık zorba ölür.

Baskılanmasının yanında, megalomaninin, grandiyözitenin veya büyüklenmeciliğin dönüşüme uğradığı anın aşkın yaşandığı an olduğunu söyleyebiliriz. Zaten hem ödipal dönem ve yaşamdaki aşklar hem de analizdeki aktarım ve aktarımın çözümlenmesi, bu açıdan kanıtlarımızdır. Bu iki dize tersten gidilerek de ele alınabilir, aşkı yaşamak için “ben”i öldürebilmek gerekmektedir. Ama “Büyüklenmeci kendiliğin ve bu kendilik yapılanmasının hizmetindeki yanılsama sisteminin, yaşamsal bir savunma olduğu kişide, ben nasıl öldürülür, aşk nasıl yaşanabilir?” sorusu ortaya çıkmaktadır. Pek de yaşanamaz herhalde. Türkçede narsisistler için kendini sevmiş değil, kendini beğenmiş tanımı kullanılır. Beğenmek; seçmek ve uygun bulmaktır. Narsisist hep kendini seçmektedir. Ama sevgide ve aşkta beğenmekten daha ötesi, daha derini vardır. Beğenilenler unutabilir. Ama sevilen, âşık olunan unutulabilir mi? İnsan aşkta; heyecan, coşku, kaygı ve acı da hisseder, artık unutmak istese de unutamaz. Aşk, sevgili ve sevgiliye kavuşma hayali, ruhumuzu yoğurur, olgunlaştırır, nesne tasarımlarımızı derinleştirir.

Aşk, Mevlana’nın öğretisinde merkezdedir. Nefsi terbiye etmek, ehlileştirmek için birçok yol önerir ve hepsinin güdüleyicisi olarak aşkı öne sürer. “Sadece aşk, sadece aşk, başka da bir işimiz yoktur.” (Divan, 1474) der. Aşk O’nun için coşku, dinamizm ve ümittir. Aşkla döner. “Biz aşkın çocuğuyuz, aşk da bizim annemizdir.” (Rubailer, 49) dizeleriyle aşkla doğduğunu, aşkla büyüdüğünü anlatır. Takipçilerine aşk acısı çekmelerini öğütler ve bu acının içinde her türlü iyiliğin yattığını vurgular. Sevgiyle acıların tatlandığını, maddenin değer kazandığını, zorlukların aşıldığını, iyileşmenin, dirilmenin, arınmanın, insan olmanın sevgiyle olabileceğini anlatır.

Mevlâna’ya göre insan, kendini, ancak aşkla kendinden geçtikten sonra tanır, bilir:

“Kendimi görmeden önce kendi adımı işitirdim.

Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim” ( Rubailer, 64) dizeleriyle anlatır bunu.

Aslında aktarım da böyle değil midir? Divandaki kişi özünü ancak aktarımın içinden tanır. Bu açıdan bakınca, âşık olmakta zorlanan ya da sadece beğenebilen ama derinlere gidemeyen narsisistin kendini tanıma, kendini görme olanağı iyice azalır. Bu nedenle, narsisizmi artan günümüz insanı şanssızdır.

Aşk, büyükler için bal, çocuklar için süttür.

Aşk her gemiyi batıran istiap fazlası son yüktür (Mesnevi VI: 4032).

der. Der ama Mevlana, insanın bu batışın ve aşkla yok oluşun ardından asıl varlığı elde edebileceğini tekrar tekrar vurgular. 

Aşk kelimesi, Arapçada ve Aramicede bir sarmaşık türünün adından türemiştir. Bu sarmaşık, ağaca sarılır, ağaçtan beslenir. Sarmaşık geliştikçe ağaç kurur. Freud’un âşık olmak üzerine yazdıkları da benzerdir. Freud: “Nesne giderek daha muhteşem ve değerli hale geldikçe, nesne benin kendisi için duyabileceği sevginin tümünü kendisine çektikçe, ben gittikçe daha az talepkar, daha mütevazı hale gelir. Bunun doğal sonucu, benin tümüyle feda edilmesi olabilir. Nesne beni soğurur, deyim yerindeyse yutar. Âşık olunan her durumda, bir tevazu eğilimi, narsisizmin sınırlanması, sevilen kişi karşısında kendini silmeye yönelik bir eğilim görülür.” der. Chasseguet-Smirgel ise “Nesne beni soğurur, deyim yerinde ise yutar.” cümlesinin, “Ben ideali beni soğurur, deyim yerinde ise yutar.” diye anlaşılabileceğini yazar. Ardından bunun bayram sevinci havasında bir kaynaşma, ben ile ben olmayanın ayrışmasından önceki ilk bağın yeniden bulunması olarak yorumlar. “Aşk, idealleşen sevgilinin hayali ve sevgiliye kavuşma özlemi beni soğurur, deyim yerinde ise yutar.” demek daha uygun geliyor bana. Burada benin büyüklenmesini, sadece ben varım demesini, narsisizmi sınırlamasını, kendini silmesini sağlayan nesnenin benlik ideali ile örtüşmesinin nöronlarda ve endokrin sistemde yarattığı coşkudur, aşktır. Ötelenen, beklenen, bin bir savunma ile dönüştürülüp bastırılmaya çalışılan dürtü, hem doyum nesnesini, hem de idealini bulmuştur. Aşk içinde, bedende, alt, orta, üst benliğin tümüyle yaşanan bir doyum vardır.

Bu coşku delilik gibidir, ben ile ben olmayan karışır, gerçeklik elden gider. Mevlana, “Aşk deliliktir biz delinin delisiyiz.” der. Aşk bu deliliye tahammül edebilme, bunu yaşayabilme ve insanın iç dünyasına başka bir varlığı ve sevgiliye duyulan arzuyu, bağımlılığı hâkim kılmaya izin verebilmedir. Burada narsisistin âşık olmadaki zorluğunu, üzülemediği için yas tutamayan, yas sürecinde yaşayacağı hüznün acısına katlanamadığı için, yasına yaklaşamayanların yaşadığı zorluğa benzetiyorum. Sanki narsisistte aşk ve sevginin acısına, coşkusuna, sömürmesine tahammül edemiyor ve korkularıyla, şüpheleriyle hep yalnız kalıyor gibidir. Bu yönüyle narsisizm acı vericidir aslında. İnsanları demir kürelere, cam fanuslara, başarı kafeslerine, güç ve iktidar kulelerine, hapislerine kilitler. Bu durumun kendisi, başlı başına sömürücüdür.

Şimdi bir sömürücüden, narsisizmin zirve yaptığı bir karakterden bahsedeceğim. Freud ve Mevlana’nın başka bir ortak yönü de ikisinin de Musa ve tektanrıcılık ile ilgilenmesidir. Konu aynıdır ama ele alınış biçimi bayağı farklıdır. Freud, akılcı bir biçimde Musa’nın ve tektanrıcılığın kökenlerini aramış. Musa’nın öyküsünü bir rüya, bir fanteziymiş gibi, dini ise bir nevrozmuş gibi ele almıştır. Musa’nın, tek tanrı inancı ile ve Yahudilerin kutsal olduğu fikri ile onları nasıl güçlendirdiğini anlatmıştır. Mevlana ise tüm yaşamını, herkesi tek tanrı inancına davet etmeye adamıştır. Herkesin içindeki Musa’yı diriltmesini, içindeki firavunu öldürmesini öğütlemiş, bunun yollarını açıklamıştır. Mevlana’nın anlattığı Musa ve Firavun öyküsüne bakınca, bu öykünün nevrozu simgeleyen Ödipus efsanesi gibi, narsisizmi simgeleyen bir öykü olduğu da görülür. Bir yönüyle de iyi ve kötü huylu narsisizmin de anlatıldığı bir öyküdür bu. Mevlana, Mesnevisinde iki narsisistik karakterden bahseder; Nemrut ve Firavun. Nemrut’a kısaca değinir, Firavunu etraflıca anlatır. Bu yüzden Firavun’a odaklanacağım ve önce Firavunun Mesnevideki öyküsünü Mevlana’nın yorumlarıyla anlatacağım.

Firavun Kıpti bir kraldır ve Yahudi köleleri vardır. Mevlana, Firavun’un hikâyesini bir rüya ile başlatır. Firavun rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş görür. Bu ateş, Mısır’a kadar uzanıp, Firavun’un sarayını yakar. Fakat sadece Kıptilere zarar verir, Yahudiler kurtulurlar. Kâhinlerden rüyayı tabir etmelerini istediğinde, “Yahudiler içinden bir çocuk doğacak, krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı.” derler. Bunu nasıl engelleyebileceğini sorduğunda kâhinler korkularından, kaderin değişmeyeceğini bildikleri halde, Firavun’un hoşuna gidecek çözümler söylerler. Ama çözümler işe yaramaz. Bebek Musa Firavun’un sarayına ulaşır. Firavun’un karısı bebeği çok sever ve çocukları olmadığı için Firavunu bebeğe bakmaya ikna eder. Mısırlılar Ona, sudan çekip çıkarılan manasına gelen Musa adını koyarlar. Musa, Firavun’un sarayında büyür.

Genç Musa bir gün şehirde bir tartışmaya karışır, bir Kıpti’yi öldürür ve korkuyla kaçar. Gittiği Medyen’de evlenir ve yıllar sonra Mısır’a döner, Firavun’a gider. Allah’a iman etmesini ve Yahudileri özgür bırakmasını ister. Firavun Musa’yı cezalandırmakla tehdit eder. Öldürdüğü adam yüzünden halka korku saldığını, halkın ondan kaçtığını, ona düşman kesildiğini, kin beslediğini, Musa gibi nice hilecinin yok olup gittiğini söyler. Musa ise yok olmaktan korkmadığını, sadece Tanrıya sevgili olmak ve Onun beğenisini kazanmak istediğini belirtir. Firavun tüm hâkimiyetin kendisinde olduğunu, halkın kendisini seçtiğini, Musa’nın kendini beğendiğini ve kendisine çok güvendiğini söyler. Bunun üzerine Musa Firavunu ikna etmek için asasını yere atar ve asası büyük bir ejderha olur. Elini koynundan çıkarınca bir güneş gibi parlar. Firavun da tüm sihirbazlarını toplayıp, Musa’yı yenmek, bilgisizliğini göstermek ister. Ama Musa’nın asasından ortaya çıkan ejderha sihirbazların sihirlerini yutar ve sihirbazlar Musa’nın söylediklerini kabul ederler. Firavun iyice hiddetlenir.

Bu süreçte Firavun’un, Musa’nın sözlerine karşı yumuşadığı zamanlar olur. Musa, Firavuna vaatlerde bulunur. Aslında onun çok istediği ömür, sağlık, gençlik, güç, hâkimiyet vaat eder. Firavun, bunları vezirine danışır. Veziri tam Firavun’un cinsindendir, Firavun gibi haset doludur. Firavun, o yüzden onu seçmiş, baş köseye geçirmiş, kendisine vezir etmiştir. Musa’nın Firavun’daki yüz günlük mücadelesini veziri bir sözle yıkıyordu, der Mevlana.

Musa, Firavuna, topraktan geldiğini, toprakla beslendiğini, ölünce toprak olacağını hatırlatınca Firavun da buna karşılık olarak Musa’ya saldırır ve aşağılar. Ama Musa buna karşılık, Tanrısının yüceliğini anımsatır, sahibinin, yaratıcısının Tanrı olduğunu ilan eder. Firavun yaratıcılık iddiasındadır ama Musa onun bir kaş bile yaratamazken nasıl böyle bir iddiada bulunduğunu sorgular.

Bir keresinde Musa Firavuna:

A eğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme!

Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör.

Darlıktan da kurtul, isimden, şöhretten de... aşk içinden aşk gör.

 

Der ama Firavunun güç ve iktidara esir olan aklı gerçeklerden beslenememekte, gözleri gerçekleri görememektedir. Firavunun narsisizmi hem zulmettiği köleleri anlamasını hem de bir sevgili aramasını engeller. Sevgi peşinde değil, zülüm ve saldırganlık peşinde koşar. Aşkla bedenini ve cismini zayıflatmaktan korkar, ama zulmüyle çevresindeki zayıfları çürütür.

Firavun yola gelmeyince Allah, Kıptilere belalar verir ve ardından Musa’ya Yahudileri bir gece Mısır’dan çıkarıp Filistin’e götürmesini vahyeder. Firavun peşlerine düşer ve Yahudilere yetişir. Musa asasıyla denizi ikiye ayırır, beraberindekiler ile bir kez daha sudan çekilip çıkarılır. Ama deniz Firavun ve ordusunu boğar.

Mevlana, Firavun’un hile yapmakta usta, büyüklenmeci, inatçı ve kinci olduğunu söyler. Mevlana’ya göre Firavun, maddeyi yüceltmişti, kaderi değiştirmek, zamanı kontrol etmek istiyordu. Çok övülmüştü, Ona hep “Sen büyüksün.” denmişti, çevresindekilerin boyun eğmelerine kanmış, sarhoş olmuştu. Mevlana’ya göre, övüldüğü için hastalanmış, kuruntuya kapılmıştı. Bu kuruntu ile hep “Ben, benim” diyordu. İyice yiğitleşmiş, ejderha kesilmiş, doymak nedir bilmez olmuştu. Her yaptığıyla içindeki düşmanı besleyip büyütmüş, dışarıdaki zavallıları, köleleri, masumları öldürmüş, içine bakmayı ihmal etmiş, içindeki düşmanla uzlaşmıştı. Narsisizmi, hem hasedini, hem zulümlerini, hem de körlüğünü arttırmıştı.

Firavun’a yüzlerce mal, mülk verildi, o da nihayet ululuk, büyüklük davasına girişti.

O kötü yaradılışlı adam, Tanrıya sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi.

Allah, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi.

 

Diyen Mevlana, Firavunun hiç çaresizlik, zayıflık ve narsisistik kırılma yaşamamış olmasına dikkati çeker. Sürekli olarak doyumu aramanın kişiyi çocuksulaştırmasının yanında narsisizmini de körüklediğini bilinir. Sürekli doyumun içinde olmak, aslında açlığa toleransı düşürmekte, doyum ile açlık arasındaki mesafenin kısalması, doyum sağlanamadığında yaşanan hayal kırıklıklarının ve narsisistik kırılmaların şiddetini ve öfkesini arttırmaktadır. Narsisizmin rüzgârına kapılan kişi, hep doyum veren, çıkar sağlayan ilişkiler kurmakta, hayranlık duyacağı, güç katacağı düşünülen nesneler değerli olmaktadır. Doyum; ilişkiler ve karşıdakiler üzerinden, sömürücü bir biçimde elde edilir.

Üzerinde daha derin araştırmalara ihtiyaç vardır, ama burada iki tür narsisizmden bahsedebilir ve bunun kültürel boyutları da olabilir. Annenin; genelde erkek çocuğu yücelttiği, çocuğun bağımlılığından haz aldığı, annenin çocuğuna aşırı bir empati ile yaklaştığı, ailesel kendiliğin ön planda olduğu, Yahudilerde, Türklerde ve doğuda daha yaygın görülebilecek, aşırı doyumun, açlığa katlanamamanın ön planda olduğu bir tür. Diğer yanda çocuğun bağımlılığının travma olarak yaşandığı, annenin bebeğin kendisinden çabuk ayrılmasını istemesi ya da bebeğini ihmal etmesi sonucunda, erken gelen bireyselliğin, aç kalışın, empati eksikliğinin narsisizmle örtüldüğü, batıda daha sık karşılaşılabilecek bir tür. Bir tarafta kendini var ediş, amaçlarını gerçekleştiriş nesnesini çocuğu yapan anne, bir tarafta daha çok kendine odaklanmış, kendisine yönelmiş, çocuğunu besleyemeyen, sorunlarını kendisinin çözmesini bekleyen anne. İkisinde de sonuç bebeğin doyamamasıdır. Sürekli olarak doyurmak, duygusal olarak doyumu ve olgunlaşmayı değil şımartılan ve doyamayan çocuğu ortaya çıkarmaktadır.

Her iki türde de sömürülen nesneler, narsisistik yanılsamanın önemli bir parçasıdır. Firavun, Yahudilere yüzünü göstermez ve böylelikle ulaşılmazlığını ve gizemliliğini tatmin eder. Ancak sömürerek yaşayabilir. Bir yanda köleleri, bir yanda ya ona hayran ya da ondan korkan yandaşları ile çevresinde narsisizmini besleyen ve yansıtan aynalar yaratmıştır.

Freud’un öne sürdüğü gibi, Musa öldürüldü mü bilinemez, ama bir millet oluşturabilmek için Firavun’un ölmesi gerektiği açıktır. Buradaki öyküde dikkat çeken başka bir nokta da sağlıklı narsisizmi olan ve toplumsal bir etik anlayışı oluşturmaya çalışan bir lider ile patolojik narsisizmi olan ve bireysel bir etik anlayışa sahip, toplumunu sömüren malin bir liderin çatışmasının anlatılmasıdır.

Musa’nın; suçundan utanması, korkması, af dilemesi, zayıflara yardım etmesi, köleliği ve zulmü kabul etmemesi, toprak olacağını ve küçüklüğünü bilmesi, aşkı yaşaması, kölelerin kendilerini özel ve biricik hissetmelerini sağlaması, dürtülerin denetlenmesini amaçlaması, ideolojik bir hedef koyması, soyut düşünceyi ön plana çıkartması, onu insanlaştırıp, sağlıklı bir narsisizm ve kahraman örneği olmasını sağlamaktadır.

Firavun’un suçluluk ve utanç duygusunun yokluğu, zalimliği, doymazlığı, engellenme tanımaması, sınırsız bir güç, yenilmezlik ve başarı istemesi, dürtülerinin önüne geçememesi, yansıtmacılığı, içgörüsünün yokluğu, hasedi, sömürücülüğü, kendisine aşırı değer biçmesi, zayıflığına katlanamaması, karşılıksız verememesi, yalnızca çıkarı olursa lütufta bulunması, hep kendisine sensin denmesini istemesi, hep benim demesi, soyuttan uzaklaşıp somut maddeye yönelmesi, onu malin bir narsisist yapmaktadır.

Şair ise sezgisiyle hem insanın iç dünyasına hem de dünyasına ışık tutmaktadır. Mevlana bunu fazlasıyla başarmış gibidir. Freud da çözümlemeleri ile…

 

 

KAYNAKLAR:

  1. J. Chasseguet-Smirgel, Ben İdeali, Metis Yayınları, 2005
  2. Mevlana Celaleddin Rumi, Divan-ı Kebir
  3. Mevlana Celaleddin Rumi, Rubailer
  4. Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi
  5. S. Freud, The Complete Psychological Works of Sigmund Freud: “New Introductory Lectures on Psycho-analysis”, Vol 22, Vintage, 2001
  6. S. Freud, Narsizm Üzerine ve Schreber Vakası, Metis Yayınları, 1998
  7. S. Freud, The Complete Psychological Works of Sigmund Freud: “Moses and Monotheism” Vol 23, Vintage, 2001
  8. V. Volkan, Fanustaki İnsanlar, Alfa Yayınları, 2009