MİZAHA DİRENENLER VE OYUN OYNAYABİLENLER
Gülmek bebeklerin verdiği ilk tepkilerdendir ve gülme hareketi doğuştan itibaren mevcuttur. Birkaç ay sonra bebek, çevresindekilere bir tepki olarak gülebilmeye başlar. Şempanzeler, orangutanlar ve goriller de gülebilir. Güreş, gıdıklama ve takip oyunlarında insanların gülmesine benzeyen yüz hareketleri yaparlar. İşaret dilini öğrenen şempanzelerin ve gorillerin bir miktar mizah yapabildikleri, işaret dilini oyuna çevirebildikleri, mizahi aşağılamalar, sözcük oynamaları ve uygunsuz kelime kullanımı yaptıkları gözlemlenmiştir. Tüm bunlar bir oyun, gülme ve mizah içinde ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenlerle gülmek içgüdüseldir diyebiliriz. Gülmek bir savunma ya da direnç olabilirken burada espri yapmayı engelleyen dinamiklere odaklanılacaktır. Usta Cem Yılmaz 2008’deki tek kişilik gösterisinde gülmenin önündeki dirençleri ele alır. Sanki Freud’u takip etmiş dirençler üzerine çalışmanın önemini fark etmiştir.
Mizahın sosyal yönü güçlüdür. İnsanlar beraber iken yalnız oldukları zamanlara göre daha çok gülerler. Gülmek ve şakalaşmak insanlar arası oyunların bir biçimidir. İnsanlar arasındaki oyunlara ve etkileşimlere haz katar. Mizahın kökeninde oyun oynamak vardır ve bu yüzden Winnicott’ın oyun oynama ve nesne kullanma kuramına da değineceğim.
CEM YILMAZ’IN GÜLEMEMEYE YÖNELİK TESPİTLERİ
Bu gösteride Cem Yılmaz tüm gösterisi boyunca takip edilmeyi engeller. Seyircilerin düşünmemesini, anlattığı içerikte mesaj aramamasını özellikle ister. Onların dikkatini dağıtır. Baştan büyük bir beklentiye girmemeleri konusunda seyirciyi uyarır. Gülerken düşünülemiyeceğini şimdiye kadar hiç kimsenin gülerken bir aydınlanma ya da bir buluş yapmadığını söylerken bilinci ve ciddiyeti askıya alır. Regresyonu kolaylaştırır önce seyirciyi gevşetir.
“Seyirciyle atışma yapmam.” der seyircinin kaygısını azaltır ama gösterisinde seyirciyi incitmeden onlarla atışır, dalga geçer. Belden aşağı esprileri “eskiden çok yaptım şimdi çok yapmıyorum” diyerek sanki önce böyle esprilerden rahatsız olabileceklere seslenir ama sonra belden aşağı esprilerini anlatmaya geçer. Bunlarda sanki kendisinin böyle bir niyetinin olmadığını ama cinsellikle bağlantıyı seyircinin kurduğunu öne sürer. Bu bağlantıyı kuranlar başkalarıdır, “o masumdur” aslında.
Hiç gülmemiş olanların gülemeyeceğini, herkesi güldüremeyeceğini baştan söyler. Herkesi güldürme gayreti olmadığının altını çizer. İddiasını yüksek tutmaz, ısrarcı değildir.
Bedavaya gülünmediğini, bir bedel ödeniyorsa gülme biçiminin değiştiğini görmüştür. Gülmek ucuz olmamalı, güldürene bir değer verilmelidir. Bir gösterisinde ne kadar kazanabileceğini hesaplayanlarla alay eder. Böyle bir hesabın onun yerine geçme olasılığı ile oluştuğunu, aslında onun yerine geçerek onun kadar çok kazanmayı hayal etmek yerine bileti alan seyirci olarak kaldıklarında daha çok güleceklerini söyler. Gülebilmek için seyredebilmek ve bir mesafe içinde olmak gerekir. Herkes rolünü “bilmelidir”.
Çok gülmenin bedelinin ceza olarak kesileceği, gülenin başına kötü birşey geleceği korkusunun gülmeyi engellediğini söyler. Hazzın ve eğlencenin önüne geçen; üzülecek olma, cezalandırılma ve kötülüğe maruz kalma korkusuyla alay eder. Cezalandırıcı ve sert süperegoyu alaya alır, bir komedyen olarak bu düşünce ile savaştığını anlatır.
“Gülmekten ölmek” deyimine somut anlamıyla yaklaşır. Önceki yıllarda gösterisinde gülmekten 4 kişinin öldüğünü söyler. Sonra da gülmekten ölmenin, hatta ölmenin ne güzel birşey olabileceğine örnekler verir. Ölümle dalgasını geçerken, öldüğünde cenazesine gelenlere özel bir mancınık şakası olduğunun müjdesini verir. Önce seyirciyi somut anlamların kullanıldığı birincil süreç düşünme biçimine indirir, ikincil süreç düşünme ile sürdürür, gerçekdışılığa güldürür. Ölümle ayal edilebilebiliyorsa gülmek insanın en büyük korkusuna bile saldırıyordur.
Gülmenin önündeki bir diğer engel insanların birbirlerine gülünce ayıp bir şey yaptıklarını düşünmesidir. Cem Yılmaz güldürmenin çok işine yaradığını, güldürmekle iyi paralar kazandığını, eve gidince “Herkes bana gülüyor.” diye hiç üzülemediğini söyler. Güldürmenin çok matah bir iş olmadığını da ekler. Babasının bir rüyasını anlatır. Babası Cem Yılmaza öykünerek sahneye çıkmış sonra utanıp sahneden uçarak kaçmıştır. Babayla, otoriteyle de alay edilmiş bir diğer kale daha yıkılmıştır.
Her gördüğünü somut gerçekler olarak değerlendirenlerle dalga geçer. Kelimelerin somutluğuyla ilgili espriler yapar. Somut ve naif bakabilmek ama aynı zamanda soyut düşünebiliyor olmak gerekir gülebilmek için.
Anlattıklarının gerçek olduğuna inandırmaya çalışır seyirciyi. Rol aldığı filmlerde gerçek olanı sahnelemeye çalıştığını vurgular. Bu gerçekliğin içinde kötülüğün ve küfürün olmasını eleştirenlerle dalga geçer. Çocukların kötü adamın nasıl olduğunu anlayabilmesi için kötü adamın küfür ediyor olmasının gerekliliğini savunur. Bu sırada şiddetli sansürün zararının, kötü olanı tamamıyla ekarte ederek iyi-kötünün ayırt edilebilmesini engellendiğini savunur. Örnek olarak eski filmlerdeki uyuşturucu kaçakçılarının nazik ve düzgün konuşmasını anlatır. Eğer uyuşturucu kaçakçısı böyle konuşulursa çocukların onlara benzemek isteyebileceğini, küfür ederse bu adam kötü onun gibi olmayayım diyeceğini söyler.
OYUN OYNAMAK
Gülmek ve şakalaşabilmek için kişide oynama kapasitesinin olması gerektiğini düşünüyorum. Hastalarımız sıklıkla bize oyun oynayamadıkları için gelirler. İç dünyalarındaki sorunlar ve travmalar onları “oynayamaz” hale getirmiştir.
Oyun ve oyuncak hem gerçek yaşamın içindedir hem de hayal dünyası aracılığıyla çocuğun iç dünyasının bir parçasıdır. Aynı şey kelimeler ve şakalar için de geçerlidir. Her esprinin altında bir gerçek yatar. Aynı zamanda o “sadece” bir espridir.
Çocuk, yarattığı oyunlar sayesinde iç dünyasını bütünleştirebilir. Kendisine zor gelen yaşam lokmalarını tekrar tekrar çiğner ve yutulabilecek hale getirir.
Şakalar ile olumsuz duygu yüklü konular dile getirilebilir, bilince çıkabilir hale gelir. Böylelikle bu konulara saldırılır. Bu saldırı sıklıkla, ama her zaman değil, oyundaki saldırganlık gibidir. Şakanın içindeki saldırganlık şaka yapılan konunun ya da kişinin yıpratılması ve böylelikle sindirilmesi için kullanılır. Çocuk aynı muameleyi geçiş nesnesine ve oyuncaklarına yapar. Onları eskitir. Eskiyen ve görevini tamamlayan oyuncaklar gibi şakalar da ilgili konudaki görevini yapınca bırakılır.
Şakalardaki saldırganlık, şaka yapılan kişinin dayanıklılığını ölçmek için de kullanılır. Eğer karşıdaki kişi şaka yapmaya geliyorsa oyun ve şakalaşma başlar. Şaka yapmaya gelmiyorsa iki ihtimal vardır. Eğer şaka yapılan ya da şakası yapılan kişiyle ilgili korkular varsa haddini anlayan kişi orada durur. Eğer şaka yapılan kişiden korkulmuyorsa, tepkisinden endişe edilmiyorsa şaka takıntılı, takılmalı, etkileşimli ve eğlenceli bir biçimde sürebilir.
Oyunlarda bir tümgüçlülük, omnipotans vardır. Aynı tümgüçlülüğü şakalarda da görürüz. Kelimeler ve anlamları ile istenildiği gibi oynanır. Yerleri değiştirilir, anlamları çoğaltılır, azaltılır. Kelimeler türlü muamaleye maruz bırakılırken bu oyun eğlenceye dönüşür.
Oyunlarda ve masallarda, kötüler, canavarlar, cadılar yenilir ve sonunda çocuğun iç dünyasına iyilik ve mutluluk hakim olur. Çocuğun, iyiliğin gücüne, geleceğin iyiliğine ve kendisine duyduğu güven pekişir, zorluklarla, kötülüklerle mücadele etme umudu güçlenir. Espri yapabilmek ve gülmek ile acı ve zor olaylara yüklenen haz sayesinde hem olay hem kişi bir iyi hissetme halini yakalar.
Oyun ve oyun arkadaşları çocuğun aynasıdırlar. Çocuk, sosyal aynadaki görüntüsüne farklı zamanlarda, mekanlarda ve oyunlarda bakarak kendine bakışını netleştirir, kendini tanır. Çocuk hem kendisini nasıl gördüğünü hem de nasıl görmek istediğini oynar. Bu aynaların ilki annedir. Winnicott meşhur sözü olan “Çocuğun annesinde gördüğü gülümseme kendi gülümsemesidir.” sözü annenin ayna rolünü anlatır. Bu ayna değişik bir aynadır. Çocuğa iyi olanları yansıtır. Çocuk gülerse ve doyum yaşamışsa bunu annesinde seyreder.
Bu gülme ve doyumun öncesinde annenin empati yapma ve bağlanma yetisinin yeterince iyi olması gerekir ki bebeğinin ihtiyaçlarını anlayabilsin ve tahmin edebilsin. Annenin bebeğini sahiplenme, bakma, kucaklama ve sevme yetisinde sorun yoksa bebek açlığına karşı doyma, pisliğine karşı temizlenme, gaz sancısına karşı rahatlama yaşayabilir.
Bu deneyimler tekrar tekrar yaşanırsa çocuk, iç dünyasına karşı egemen olma doyumu yaşar.
Eğer anne iç dünyasında sorunlar yaşıyor ise -depresyon, kaygı bozuklukları, yas, kişilik bozuklukları gibi sorunları varsa- yansıtma işlevi bozulur. Çocuk doyum yaşadığında gülse bile anne bunu geri yansıtamaz ve çocuk doyumunun gerçek olmadığını hisseder. Kendi gerçekliğini ve egemenliğini yaratamadığında içgüdüsel bir yok olma kaygısı yaşar ve yaşayabilmek için kendisi olmak yerine çevresine uyum sağlama mekanızmalarına odaklanır. Kendisi olamayınca annesine göre kendisine bir yapılanma yaratır.
Oyun için ihtiyaçları karşılanmış bir çocuğun kendi içinden geldiği gibi hareket edebilmesi gerekir. Winnicott oyunun dürtüsel olmadığını savunur. Bunu oyun sırasında saldırganlığın ya da cinselliğin öne çıkmasıyla oyunun bozulması olarak anlıyorum. Örneğin saldırgan bir köpekle oynanamaz ya da çocuk dayak yiyeceğini düşündüğü bir arkadaşı ile oyun başlatmaz ya da iki kişi bir birine kur yapmıyor ise oyunun içinde cinsellik olması istenmez.
Kişinin içinden geldiği gibi hareket edebilmesi için bir zamanlar güzel bir annenin ona bu hazzı tattırmış olmasına ihtiyaç vardır. Ama bir kez değil. Defalarca bunu yaşatmış olması ve sonunda çocuğa “ben içimden geldiği gibi hareket edebiliyorum”, “iç dünyama saygı duyan ve beni insan yerine koyan bir ailem var”, “bu ailede benim bir yerim var” hissini yerleştirmiş olması gerekir. Bu his kendilik duygusunun çekirdeği olacaktır.
“Ben içimden geldiği gibi hareket edebiliyorum” hissi çocuğun altbenliğiyle, dürtüleriyle ve buradaki yaratıcı kaynaklarla bağlantı kurabildiği gösterir. “İç dünyama saygı duyan ve beni insan yerine koyan bir ailem var ben de kendimi insan yerine koyuyorum” hissi ona aile üyelerinin şefkatli ve saygılı bir ayna tuttuğunun ve çocukta bir kendilik oluştuğunun kanıtıdır. “Bu ailede bir yerim var” hissi ise çocuğun kendi hali ile kalıcı bir yeri olmasının yarattığı çekirdek kimlik duygusudur. Gelecekteki tüm kimlikler buradan türeyecektir.