• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

KELEBEĞİN RÜYASI, DÜŞLER VE ÜLKÜLER

KELEBEĞİN RÜYASI, DÜŞLER VE ÜLKÜLER

Film başından sonuna kadar duygusal açıdan yoğun bir havada gitti. Neşeli başladı. Sonu ise insanın içini acıtacak kadar üzücü. Şiir yaşamlarında istediklerini elde etmeye yeni başladıkları sırada gelen ölümler yarım kalmışlık duygusu verdi. Film boyunca Rüştü ve Muzafferi bize sevdiren şakacılıkları, tatlı rekabetleri, çatışmaları, yokluğa direnişleri, gençlikleri bu üzücü ölümleri ve sonu seyirci için daha acı hale getirdi. Unutulmazlık katan bu acı, ne kadar değerli olduklarını fark etmemizi sağladı. Yaratmak için yokluğun acısını hissetmek illa gerekli mi diye sorgulattı.

Bu konuşmamda sanatçılara ve sanatsal yaratıcılığa değineceğim. Şiir ve rüyalar ana temam olacaklar.

Filmin son kısımlarının acısını arttıran artık şairlerin şaka yapamaz, yoklukla dalga geçemez hale gelmeleri. Filmin başındaki iyimserlik ve yaşam enerjisi gittikçe kayboldu. Ölüm, hastalık ve yoksulluk gittikçe yıkıcılaştı. Bu kadar yıkıcılaşmadan önce Rüştü ve Muzafferin mücadele edebildiklerini, bu sorunlarla dalga geçebildiklerini izledik. Hatta film yokluklarıyla nasıl dalga geçtiklerini ve eğlendiklerini göstererek başladı.

Freud, şakaların bir başkaldırı olduğunu, sorunların baskısından kurtulmada kullanıldığını vurgular. Şakalar aracılığıyla, acı veren, çaresizlik ve öfke hissettiren durumlarla baş edilir. Benliğin; egemenlik, özgüven ve özsaygı gereksinimleri onarılır ve doyurulur. Doyumsuzluk gerçeği değişmez ama yerini bu durumlarla alay etmenin, bu durumlara gülmenin, güldürmenin getirdiği doyum alır. Gülmek, başka bir duygunun, bazen kızgınlığın, aşağılanmışlık ya da boşluk hissetmenin yerine geçer.

Filmde ise şakalarla beraber aşk bahanesi oldu şiirin sonra acı bahane edildi. Hiçbirşey kalmadığında ise şiir bahanesi oldu yaşamanın...

Freud ve Celal Odağ sanatçının analizine şu cümleyle başlarlar:

“İlginç bir kişi olan ozanın; konularını nereden bulduğu, ilgimizi nasıl çektiği, bizi nasıl heyecanlandırdığı biz sıradan insanları her zaman meraklandırmıştır.”

Freud, psikolojik belirtiler ve düşler üzerine çalışırken bilinçdışının varlığını, çalışma ilkelerini ve etkilerini ortaya çıkarmıştı. Önce belirtilerin ve düşlerin simge oluşumunun farklı biçimleri olduğunu göstermişti. Psikiyatrik hastaların belirti oluşumunda ve her insanın düş oluşumunda yaptığı gibi sanatçı, bilincinde olmadığı bilinçdışı yetilerden yararlanıyordu. Sezgisi ve yetisi ile sanatçı bilinçdışı süreçlerini bilince taşırken bunlara bir estetik kazandırır. Bu açıdan şiir, biçim, içerik ve sözel simgeleştirmenin birbirine çok yakın durduğu bir sanattır.

Celal Odağ sanatçının sezgi ve yaratıcılığına bedensel kıpırdanmaların her zaman eşlik ettiğini belirtir. Sezginin bedensel köklerine vurgu yapar. Filmde şairler gayet hareketli ve heyecanlıydılar.

ZEKA

Sanatçının bir diğer özelliği zekasıdır. Zeka ve yaratıcılık arasında kurulan bağda benliğin rolünü görebiliriz. Sanatçının iç dünyasına gerilemesi, yaratıcılığın kaynağına inerek zekası ve yetisi ile buradan aldıklarını bir yaratıya dönüştürmesini sağlar. Rüştü ve Muzaffer parlak zekaları ile dikkatimizi çekti.

ŞİİR VE RÜYA

Şiire ve şaire odaklanırsak Şair şiirinde, belirtilerdeki, psikozdaki ve düşteki gibi birincil süreç düşünme biçiminden yararlanır. Birincil süreç düşünme biçiminde amaç arzunun doyumu ve hazzın yaşanmasıdır. Dürtüsel ve duygusal yatırım bir ögeden diğerine özgürce yer değiştirebilir. Çağrışım bağları gevşediğinden psişik enerji geçişi ve akışı kolaylaşır. Bir çok duygu, düşünce, tasarım bir imgede bir araya gelerek yoğunlaşabilirler. Düşte özellikle imgeler bu yoğunlaştırmaya olanak verirler. Genelleştirmeler soyut anlamı kaybettirerek benzerliklerin aynıymış gibi görülmesine neden olur. Neden ve sonuç ilişkileri, ayrımlar, sınıflamalar ve olumsuzlamalar yok sayılır, çarpıtılır. Şair ise bu çarpıtmayı bir estetik içinde yaparken mantığını korur. Hatta yeni mantıklar, düşünme biçimleri yaratır. Yoğunlaştırmada sözcükleri kullanır. “Bir koku var sende” şiirindeki gibi kokuya soyut bir anlam vererek zenginleştirir.

Filmde şairlerin istediklerini söyleme arzusunun ve arzularının peşinden gidişlerinin gücünü gördük. Şairler sözcüğe doğru ustalıkla yer değiştiriyorlardı. Şiirlerinde birkaç mısra ile yoğun bir anlam aktarabiliyorlardı.

Halbuki ıslık çalmak için
Bir şey lazım değil

Dizeleri ne çok şey anlatıyor bize.

GERİLEME VE İLERLEME

Düşlerde ikincil gözden geçirme aracılığıyla gerilemeyle çıkarılan malzeme bir önyüz oluşturulmasında kullanılır. Böylelikle anlamsız parçalara anlam kazandırılır. Bu anlam şiirde, şiirin görünen içeriğidir, şiirde bir mantık kılıfı vardır. Şair yapıtını ikincil sürecin gerçekliğine taşırken yalnızca mantık değil bir estetik ve duygu da katmata özel bir özen gösterir. Düşteki çalışmada gerileme ile simgenin ilkel ögelerine gidilir. Şiirde ise şair simgenin ilkel bir benzerliğini kullanarak ilerletici bir hamle yapar ve soyut bir anlam verir. Şiirdeki kelebeğin kısa ömürlü şairler olduğunu anlarız. Ama bir şizofren bunu anlayamaz.

Şiir bastırılmış olanın açığa çıkmasında, şakalar gibi, kolaylaştırıcı bir rol oynar. Şairin söz söyleme, duygularına ve derine inme yetisinden şiiri okuyanlar da yararlanır. İsterlerse şiirleri kendilerininmiş gibi kullanabilme şansları vardır. Şiir yayınlanınca şairin olmaktan çıkar, toplumun malı olur. Şair bunu başarabilmenin çilesini çeker. Bir dergide şiirini yayınlatmanın, bir dergi çıkarmanın...

Şair duygulara bir anlayış ve ifade ediş yükler. Yarattığı benzerlikler olayları farklı ama bildik bir biçimde iç dünyamızı yeniden anlamamızı sağlar. Bizi içimize, geçmişimize yöneltir.

Psikoterapideki ve yaşamdaki her gerileme olumlu etkiler yaratmaz. Bazıları olumsuz etkiler. Oral ve anal döneme gerilemelerde olumsuz ve yıkıcı yüklerle karşılaşma olasılığı artar. Oral dönemde zehirli ve hastalık yapıcı olanı sağlıklı olandan ayıramama ve zehirli olanı içeri alma tehlikesi vardır. Filmde oral ögeler daha çok Rüştü etrafında kümelenmişti. Oral döneme doğru olumsuz gerileme sigarayı ölümüne içmek ve verem ile sahneye taşınmıştı. Rüştü tüm olumsuzluklarına rağmen sigarayı bıraktı mı? Hayır. Bağımlılığı ölene kadar sürdü.

Anal döneme gerilemenin kirlere bulaşma ve hastalanma tehlikesini çamura bulanma ve madene inme ile gördük. Anal döneme gerilemenin cinsiyetleri karıştırma tehlikesi madenden yukarıya çıkarken cinsiyet farkının ortaya çıkmasının kaçınılmazlığı ile bertaraf edildi. Anal ögelerin simgesi olarak Muzaffer bu gerilemeye ön ayak olmanın cezasını dayak yiyerek çekti. Yıldı mı? Hayır. İnadı sürdü.

Bu gerilemelerin olumsuzlukları yıkıcılık ve bağları koparma yönünde etki eder. Nitekim oral gerileme zehirlenme ile ölüm, anal kirlenme ise bulaşma ile hastalanarak ölme korkularını getirir.

SALDIRGANLIĞIN YÖNÜ

Filmde 2 müthiş yeteneğin nasıl kendilerini eritip tükettiklerinde gördük. Bu yüzden bilinçdışı saldırganlığa değinmek isterim. Rüştü’de bilinçdışı saldırganlığın kendine yönelmesi ve yok edici bir nitelik kazanması daha ön plandadır. Hastaneye önce o yatırılır ama aşkını iddia ederek hastaneden kaçar yaşamı hızlı bir biçimde çöküşe gider. Bilinçdışı saldırganlığın Muzafferde daha farklı görürüz. Muzaffer yaptıkları ile bir biçimde cezalandırmayı kendi üstüne çeker. Saldırganlığı karşısına yansıtır. Kötülerin daha iyi anımsandığına inanır. İkisinin birlikte yaşadıkları bu sorunları aşmaları için Behçet Necatigil çaba gösterir. olanaklar sunar onların zorluklarını kolaylaştırmaya çalışır ama olumlu sonuç alınamaz.

Rüştü, ölümü yok sayarak aşkın peşınden giderken Muzaffer cezayı yok sayarak aşkın peşınden gıder. Ödipale sıçramak isterler ama aşağı çeken güçler dah yoğundur.

Diğer yandan aşkın ve şiirin peşinde böyle yok edici bir biçimde koşmaları ödipal aşklarının nasıl yaşandığını düşündürür. Acaba ne olmuştu da Rüştü ölümü, aşkı ve şiiri bu kadar iç içe sokmuştu. Belki bunun izlerini annesine okuduğu şiirde duyabiliriz. Ve ne olmuştu da Muzaffer cezalandırılma ile aşkı bu kadar iç içe sokmuştu? Bunun da izlerini tıraş olurken babasına ayna tuttuğu sahnede görebiliriz.

Diğer yandan bu iki büyük şairin Kurtuluş Savaşında doğduğu ve oral, anal ve ödipal dönemlerini çok zor günlerde geçirdğini düşünebiliriz. Yoksulluğun ve yokluğun en derinden yaşandığı, varoluş mücadelesinin ölümüne verildiği yıllarda. Gençliklerinde ise bir savaşın daha içine girmişlerdir.

Filmde Rüştü Suzan’a aşkını sürdürmez, ondan Mediha’ya geçer. Annesini üzgün ve çaresiz görürüz, babası ise silik ve sessizdir. Muzaffer ise aşkında inatçıdır. Suzan’ın zalim ve güçlü babasından korkmaz. Suzan’ın zengin aşığı ile kolaylıkla çatışır. Zalim baba imgesiyle mücadelesinde Behçet Necatigil onun müttefikidir.

SİMGELEŞTİRME

Kaygıyı ve olumsuz duygu ve deneyimleri benliğin denetimine sokmada simgelerin özel bir yeri vardır. Klein’a göre simge oluşturma tüm yüceltmelerin ve her türlü yeteneğin kökenidir. Çünkü simge oluşturma sayesinde gelişebilen simgesel eşleştirme ile “şey”ler libidinal düşlemlerin malzemesi haline gelerek ruhsal işleyişe girebilirler. Ferenczi ise simge oluşturmanın özdeşleşme ile başladığını belirtir.

Filmde Rüştü ve Muzaffer’in nasıl Behçet Necatigil ile özdeşleştiğini gördük.

Filmde Behçet Necatigil, şairlerin ülkülerine ulaşmalarında babasal bir benlik desteği, hastalıklarının iyileşmesinde annesel bir benlik koruyucusu olur. Fakat şairler yıkıcı dürtülerinin peşinden gitmeyi bırakmaz. Usta şair ise iki çırağın ideal ebeveyn tasarımıdır. Onlara ihtiyaç duydukları alanı ve araçları sunar.

BENMERKEZCİLİK

Sanatçının benmerkezciliği de filmde izlediğimiz bir durumdur. En doğrusunu en iyisini en güzelini Rüştü ile Muzaffer bilir. Hatta aralarında yarışırlar da. Ama onların benmerkezciliği, duygularını güçlü bir biçimde duyumsamalarıyla, toplumun dertleriyle dertlenmeleriyle ve toplumsal sorunlara duydukları hassasiyet ile yumuşar. Benmerkezci kişi herkesin kendisine hayran olduğunu düşünür. Ona hayran olunması için Öylece durması, varlığı yeterlidir. Sanatçı ise estetik ile üreterek insanları kendine hayran etmenin peşindedir. Filmde böyle hayranlıklar uyandıracak güzelliklerin ortaya çıkmasında yetiler kadar çalışmanın da önemini gördük. Çalışmanın ve kendini bu işe adamının. Muzaffer ve Rüştü’deki kendini şiire adama etkileyici bir düzeydeydi. Sürekli olarak şiiri düşünmeleri sonuçta koydukları ideallere kavuşmalarında önemli bir pay oynamış olmalı. Bu konuda nasıl yer, zaman ve olanak ile ilgilenmediklerini, bunlara sadece sorun olduğunda odaklandıklarını da izledik. Onlar için hastanede, balkonda ya da hasta iken şiir yazmak mümkündü.

Burada gerilemenin iki önemli motorundan söz etmek isterim. İlki elbette aşk. Aşk bahanesidir şiirin sözüyle ifade bulan bu durum, aşkın nasıl bir esinlenme yarattığını gösterir. Aşkın nasıl bir gerileme yarattığı ödipal dönemin izlerinden anlaşılır. Filmde sert babasına örtük olarak kafa tutan, onun baskısını önemsemeyen Muzaffer, aşkı ve şiirleri ile yine sert bir babaya kafa tutuyordu.

İkinci motor ise yokluğun hissettirdiği acıdır. Maddi yoklukların şairleri nasıl engellediğini gördüğümüz kadar nasıl uyardığını da gördük. Asıl etkileyici olan şairlerin yokluğu ve acıları söze dökme ve estetiğe büründürmedeki ustalığıydı.

Celal Odağ yaratıcılığın; kendini gerçekleştirmeye ve ortaya koymaya açlık duyan insanın ruhsal sağlığının en yüksek ifadesi olduğuna inanır. Yaratıcılığın bir savunma olarak görülmesine itiraz eder. Yaratıcılığın, ileriye dönük, özgün, yeni bir yapılanma oluşturmasının benliği güçsüzleştiren ilkel savunmalardan onu ayırdığını belirtir. Yaratıcılığın ölümsüzlüğü yakalama ya da içsel nesneyi onarma biçimindeki açıklamalarını sınırlayıcı bulur.

Kris yaratıcılığı; benlik hizmetinde bir gerileme olarak görür. Elbette yaratıcılığa dönüşemeyen bir gerileme yapılandırıcı değil dağıtıcı olacaktır. Bu tanıma bir ek yapmayı uygun buluyorum. Benlik hizmetinde gerileme ile bazı bilinçöncesi ögelere ulaşmak mümkündür. Ama bu ögelerin ikincil süreç düşünmeye yakın bir çalışma ile derinlemesine bir biçimde ele alınması yaratım eylemine estetik kadar ilerletici bir işlev de kazandırır.

Bunu şöyle açıklamak isterim. Düş önemli bir ruhsal yaratıdır. Sadece görülmesi bile bazı ruhsal süreçlerin çalıştığını ve bazı görevleri yerine getirdiğini düşündürür. Ama düş eğer birine anlatılabilirse bir adım ileriye gidilmiş, birincil süreçle işleyen gerilemeli bir yaratı söze dökülmüş ve ikincil sürecin yani benliğin hizmetine girmiş olur. Böylelikle somuttan soyuta doğru gidilerek anlam zenginliği oluşturulur. Eğer Freud’un bulduğu gibi bir de serbest çağrışım ile psikanalitik bir işlemlemeden geçirilirse kişinin iç dünyasında bir şiir haline gelir. Benliğin bir parçası olarak kullanılmış, ilerletici bir içgörü kazanılmış ve kişisel tarihin bütünleşmiş bir parçası haline gelmiş olur.

Celal Odağ bu açıdan yorumlamayı hastaya yapılan estetik ve bütünleştirici bir geribildirim olarak görür. Yeni bir bireşim ortaya çıkar. Yorum ancak terapistin de gerileyebilmesi ve hastanın bilinçdışı ile karşılaşması ile yapılandırıcı bir etkinlik kazanabilir.

SANATÇI-ANALİST-ANALİZAN

Sanatçı gerilemeyi ve ilerlemeyi benliğin öyle bir kontrolüne sokmuştur ki buradaki ustalık ve ahenk bize hayran bırakır.

Celal Odağ sanatçıyı analist ile karşılaştırır “analistin deneyim ve bilgi birikimiyle bulduklarını sanatçı sezgisi ve yetileri ile yapıtında ortaya koymaktadır” der. Ben ise sanatçıyı analizinin son aşamasına gelmiş bir hastaya daha çok benzetiyorum analist ise daha çok sanatçının hayran bırakan yaratılarını dinleyen ve yorumlayan bir sanat meraklısı gibidir.

Tüm acılarına, imkansızlıklarına, yoksulluklarına ve zorluklarına rağmen Rüştü ve Muzaffer “Şiir, bahanesidir hayatın” diyerek yaşamlarını şiire adamışlar. Şiir yazmaktan aldıkları hazzı herşeyin önüne koymuşlardır. Yılmaz Erdoğan ve oyuncular bize onları bir estetik içinde anımsatarak hayranlığımızı kazandılar. Elbette Rüştü ve Muzaffere olan hayranlığımız ve saygımız sonsuz. Onları 80 sene sonrasında saygı ile anarken şiirle bağımı yeniden kuran Celal Odağ’a da saygılarımı sunuyorum. O yalnızca bize psikoterapiyi öğreten bir önder olmadı, sanatı, şiiri ve dostluğu da sevdirdi.