ÖRSELENME ZORLANTISI
Merhaba bugün sizlere örselenmenin tekrarı, örselenmeden çıkamama, örselenmenin içselleştirilmesi, örselenmenin bitmemesi üzerine bir sunum yapacağım. En son yaptığım sunum “çöküş sevgisi”ydi. Aralık sonuydu ve henüz deprem olmamıştı. Bazı patolojilerde çöküş konusunun nasıl içselleştirildiğini ve etkili olduğunu araştırmıştım. Depremden sonra o yazıyı okumam zor oldu. Çok rahat ve travmanın dışında hatta biraz empatisiz bir yerden travmaya baktığımı düşündüm. Çünkü deprem hepimizi etkilemişti ve hepimiz birer depremzede olmuştuk.
Eski sunumlarıma ve yazılarıma bakınca bir yandan travma ve onunla çok bağlantılı olarak yas ile ne kadar çok ilgilendiğimi gördüm. Bunun birkaç sebebi var. Bir tanesi elbette ki kendi iç dünyam. Bu beni ilgilendiren bir konu olduğu için bunun üzerine bir şeyler anlatmak saçma olur. Ama bir diğer etken var ki o da benim dış dünyam. Bu konu üzerine çok şey konuşabiliriz ve deprem gibi ülkemizdeki süre giden ve durdurulamayan, çözümlenemeyen, anlaşılamayan, ruhsal olarak işlenemeyen birçok konu travmayı ve örseleyici bir ortamı kalıcı hale getiriyor. Bu arada dünya da iyiye gitmiyor. Bu yıl 53. Uluslararası Psikanaliz Birliği Kongresinin konusu “Ateş Hattındaki Zihin”. Çatışma, kaos ve savaş içindeki ülkelerde ve gerileme içindeki dünyada psikanaliz uygulaması ve kuramı çalışılacak.
Bir diğer sebep travmanın psikanalizin başından beri insan ruhsallığının önemli bir ögesi olarak, ruhsal dünyayı yapılandıran ve psikopatoloji yaratan bir öge olarak Freud tarafından çalışılmış olması. Travma kelimesi doğrudan geçmese de analistler travmatik durumlarla sürekli olarak ilgilenmiş insanın travmatik durumlara karşı ruhsal tepkilerini çalışmışlardır.
Bir çoğunuzun bildiği gibi Winnicott psikanalitik kurama ara alan kavramı ile çok önemli bir katkıda bulunmuştur. Ara alan iç ve dış gerçekliğin arasındadır. Tam iç gerçeklik değildir, tam da dış gerçeklik değildir. Ve bu ara alanın bir kısmı kültürü oluşturur. Kültür, insanın yaşadığı çevredir diyebiliriz. Biz Anadolu'da yaşayanlar olarak son 200 yıldır belki tekrar tekrar yaşadığımız travmalar ve göçler ile ve bunları ruhsal olarak işleyememek ile örseleyici bir kültür meydana getirmiş durumdayız. Dış gerçeklikle ilgilenen siyasetçiler, eğitimciler, hukukçular ve tüm meslekler bunu düzenlemek için birçok alanda çaba gösteriyorlar. Ama biz ruh sağlığı çalışanları olarak biliyoruz ki insanın iç dünyası değişmeden dış dünyası değişemez. Yani dış dünya ile ilgili çalışmalarla beraber örseleme, örselenme ve örseletme konusunu iç dünyamızda işlemedikçe örselenmelerimiz bitmeyecek. İşleyemedikçe biz yine yıkılacak, sahtelik ve rüşvet üzerine kurulu yaşamlar inşa edeceğiz ve biz yine bu ortamlarda huzur içinde yaşadığımızı zannederken bir depremle beraber çökeceğiz.
Yeni aştığımız ve yıllar süren pandemi dönemi, bireysel, toplumsal ve global bir travma oldu. Pandemide virüsün ve hastalığın içeri girmemesi için savunmalar şiddetlenmişti. Depremde ise travma zorla içeri girdi ve yerleşti. Pandemi döneminde obsesif nevroz üzerine yaptığımız toplantıların konuşmalarından oluşan bir kitabımız Celal hocamızın mirasını sürdürmek adına Nevrozlar 5 sayısı olarak basılmak üzere. Obsesif Nevroz psikanalitik kuram açısından az yazı bulabileceğiniz bir alan. Türkçeye bu alanda bir eser kazandırmak İzmir Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Derneği olarak bize gurur veriyor. Şimdi bu toplantı ile nevrozlar altıya başlıyoruz. Nevrozlar altının konusu örselenme olacak. Bu geleneğimizde her sayımızda Celal hocamızın konuyla ilgili makalesini ilk yazı olarak almayı benimsedik. Celal hocam öngörülü ve insan ruh sağlığını bilen birisi olarak örselenmeye kitaplarında ciddi yer ayırmış.
Travma; çocuklarla ya da ağır ruhsal durumlarla yapılan klinik çalışmalarda olduğu gibi ruh sağlığı çalışanının kuramsal olarak çok sağlam bir bilgi birikiminin olmasına ihtiyaç duyan bir alan. Eğer bizim çalıştığımız kişinin ruhsal yapılanması bize ilkel ve gerilemiş bir malzeme veriyorsa bizim kuramsal olarak güçlü bir konumda olmamız gerekir. Bu ilkel malzemeyi görmek, anlamak, işleyebilmek ve sunabilmek için ruhsallığımızın da hazır olması gerekli.
Psikanalitik Açıdan Travma
Travma Yunancada yara, yaralanma anlamına gelmekte ve kök olarak zarar verme, işkence etmeden türemektedir.
Salman Akhtar travmayı şöyle tanımlar:
“Travma şok biçiminde aniden ya da birikim biçiminde yavaş yavaş ve uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Travma bir dış etkenden ya da içsel bir etkenden ortaya çıkabilir. Travma iki yönlüdür; bir yönüyle yıkıcıdır bir yönüyle kendini daha iyi koruma, kendini geliştirme, merak gibi yapıcı bir biçimde evrilebilir. Travmanın ağırlığı ve şiddeti; kişinin ruhsal yapılanmasına, benliğinin gelişmişlik düzeyine, üstbenliğini nsertliğine kendiliğinin yapılanmışlık düzeyine ve esnekliğine, travma öncesi karakter yapısına, travmanın yaşandığı andaki ruhsal duruma ve elbette travma sonrasındaki destekleyici sosyal sistemlere bağlıdır.”
Freud önce travmayı; korku, kaygı, utanma ve fiziksel acı gibi olumsuz duygulanım yaratan deneyimler olarak daha sonra da ruhsal kalkanı yıkan deneyimler olarak kavramsallaştırmıştır. Küçük çocuk için annesi ve ailesi bir kalkan görevi görür. Daha sonra çocuğun benliğinin gelişmesi ve annesinin bu işleviyle özdeşleşmesi sayesinde çocuk artık travmalara ve aşırı uyarılmalara karşı kendi kalkanını oluşturur. Benlik, aile, kültür birer ara alan, koruyucu ortam ve uyaran kalkanıdırlar. Bu tanımı deprem için de kullanabiliriz, deprem ve getirdiği büyük korku ve kayıp ruhsallığın kalkanını kırmıştır. Çadır kentlerde yaşayanlar ve ruhsal destek alamayanlar için bu kalkan hala kırıktır.
1926’da Freud “Çaresizlik hissettiren durum travmatik durumdur” demiştir. Çaresizlik, benliği tamamen edilgen bir konuma geçirir ve benlik bu çaresizlik içinden çıkmak için tekrar tekrar travmayı yenilemeye çalışır. Benlik aşırı uyarılmayı düzenleyemez, algılama, yorumlama, bütünleştirme ve sentez işlevleri kitlenir. Beraberinde benlik de yoğun bir panik ve kaygı yaşar. Benlikte bir felç meydana gelir, benlik işlevleri kaybolur, gerileme ile birlikte benlik normal işleyiş haline geri dönemez.
Kendilik ve çevre arasında bir yaşam mücadelesi ortaya çıkar. Benliğin travma ile ilgili karşılaştığı durum, simgeleştiremediği ve işleyemediği bir çatışma iken kendiliğin durumu bir yaşam ve var oluş mücadelesi içine düşmektir. Winnicott’ın tanımıyla “olmaya devam ediş” bozulmuştur. Kendilik, varlığını ve tanınırlığını sürdürebileceği bir çevreden, ara alandan mahrum kalmış travmatik durumun etkisiyle ağır bir narsistik kırılma yaşamıştır.
Wrumser ağır kişilik bozukluğu olan hastalarının, geçmişte ciddi travmalar yaşadığını ve genellikle çocukluklarında kronik olarak travmaya maruz kaldıklarını gözlemlemiştir. Bu hastaları iyileştiren şeyin bilinçdışında kalmış travmanın ortaya çıkartılması değil bu travmanın işlenmesinin ve simgelere dönüştürülmesinin olduğunu belirtmiştir. Travmayı şöyle betimler; travma ne kadar şiddetli ise duygulanımlar o kadar işgal edicidir, duygulanımlar ne kadar sert ve işgal edici ise çatışma o kadar yoğundur, çatışma ne kadar şiddetli ve yoğunsa savunmalar daha tümgüçlü ve daha totaliter ve içsel yargılama daha ağır ve sadistiktir. Şunu ekleyebilirim ki travma ne kadar şiddetli ise, kendiliğin var oluş ve ilişki içinde kalma mücadelesi o kadar zor olacaktır.
Üstbenliğin sertleşmesi dış dünyanın yarattığı travmanın bir üstbenlik biçiminde içselleştirilmesi ya da üstbenlik tasarımı ile kaynaşması ile ilgili olabilir. Ruhsallık için üstbenlik sonradan gelen, gelişen ve en çabuk terk edilendir.
Celal Odağ, Ergenler ve Sınırda Hastalar
Celal Odağ; ergenlik döneminin çözülmemiş sorunlarıyla örselenmenin birbirlerini şiddetlendiren karşılıklı bir etkilenme içinde olduğunu vurgulamıştır. Preödipal, ödipal ve özsevisel sorunlarla örselenmenin nasıl örtüştüğüne ve bu örtüşmenin doğurduğu kimlik sorunlarına dair örnekler vermiştir. Örselenmenin bir zorlantı gibi yinelemesini şöyle anlatmıştır:
“Diana Russel ve van der Kalk madde bağımlılığı, fahişelik, özkıyım girişimleriyle daha önce geçirilmiş cinsel taciz gibi örselenmeler arasında sıkı bir bağlantı olduğu görüşünde. Ayrıca araştırmanlar örselenmiş kişilerin kendilerini yaralamalarını, kendilerini kurban etmelerini, kendilerine eziyet etmelerini, uyuşturucu madde kullanmalarını korku ve boşluk duygusuna bağlıyorlar. Uyuşturucu madde kullanmanın ve benzer eğilimlerin korku ve boşluk duygusunu, aşağılanma ve ezikliği bastırma amacını güttüğü görüşünü öne sürüyorlar. Aynı araştırmanlar çocukluklarında örselenen kişilerin kendilerini daha öncekilere şaşılacak benzerlikler gösteren konumlara koyduklarını, eski örselenmenin yinelendiğini, yeniden sahnelendiğini ve bu yinelenmede şiddet gösteren ya da kurban rollerini aldıklarını öne sürüyor, buna 'şiddet döngüsü' adını veriyorlar.”
Odağ, örselenmenin ergenlikteki kimlik gelişimini nasıl etkilediğini şöyle açıklar:
“Dayanışma ve yardıma en çok gereksinim duyduğu bir zamanda yaşanılan ya da çocukluktan gelip yeniden etkinleşen örselenme, ergenin dengesizliğini daha da arttırmakta ve döneme özgü sorunların işlenmesini, ruhsal gelişimi olanaksızlaştırmaktadır. Değişik özellikteki nesne ve kendilik tasarımlarının yeni bir çatıda bütünleşmesi ve yepyeni bir özellik kazanması, yani kimlik yapılanması, bu olumsuzluktan en çok etkilenen bir süreç. Aslında birçok gösterge örselenme ile kimlik bozuklukları arasında dolaysız bir ilinti bulunduğunu göstermektedir.”
Örselenmenin zorlantıya dönüşmesinde örselenme aracılığıyla edinilen bir kimliğin etkisi olabilir. Deprem, yaygın etkisi ve yetersiz ruhsal destek ile “depremzede kimliği”ni yavaş yavaş oluşturmakta. Deprem sonrası olumsuz koşullar kalıcılaştıkça ve ruhsal bir işlemleme yapılamadıkça örselenme bir kimlik olarak oturacak. Bu kimlikte sadece deprem etkili değil. Deprem yüzünden göç etmiş ve depremin üzerine göçün travmasının yaşanması da etkili olacak.
Odağ güçsüz benliğin gelişimini desteklemeyen çevresel eksikliklerin benliği güçsüz bıraktığını ve bunların da birer örselenme olduğunu anlatmıştır. Örseleyici durumların preödipal ve ödipal çözümlenmemiş sorunlarla, kendiliğe narsisistik yatırım yapma sorunlarıyla iç içe geçtiğini ve böylelikle yineleyici bir hal aldığını belirtmiştir. Dürtülerin şiddetlenmesi ve yönetilememesi de önemli bir yineleme etkenidir.
Odağ, annesi sevgilisi tarafından öldürülmüş bir ergen örneği anlatır. Bu ergen yaşadığı travmayla ilgili yinelemelerde yalnızca kurban ve saldırgan ile özdeşleşmez bu yinelemeleri, yitirdiği nesneleriyle bağını sürdürme amacıyla da kullanır. Odağ bu durumu, Volkan’ın yas çalışmalarıyla kavramsallaştırdığı “bağlayıcı nesne”lere benzetir.
Örselenme ne kadar erken yaşanmışsa işlenmesi o kadar zorlaşır, yineleyiciliği, gelişimi belirleyici ve kişilik bozukluğu yaratma etkisi güçlenir. Odağ, sınırda kişilik bozukluğu durumunda ve travma sonrası stres bozukluğunda örselenmenin etkisini açıklamıştır. Bu bölümde 17 Ağustos depreminin etkisindeki bir hastayı örnek olarak anlatmıştır.
Yasın İşlenememesi
Şiddetli gerilemelerdeki ve örselenmedeki “anlatım güçlüğünün; sözelleştirme yetersizliği kadar algılanan duyguların birbirleriyle karışık olmalarından ve birbirlerinden ayrımlaşamamalarından” kaynaklandığını belirtir. Terapistin bu ayrışmayı ve tanımlamayı yapması gerektiğinin altını çizer. Şu uyarıyı yapar:
“Depremzedelerde izlenen ve çevreyi, devleti sürekli suçlayan öfkenin; temeldeki korku, çaresizlik, yas ya da sarsılmış güven duygusuyla ilişkisini bilmek önemlidir.”
Örselenmelerin yıllar sonra yinelenmesinde ve zaman aşımına uğramamasında Volkan gibi düşünür ve bunların zarflanarak depolanmasının etkisini belirtir. Celal Hocanın ve Vamık Hocanın üzerinde durdukları bu, zarflanan ve depolanan örselenme durumunun bir diğer adı inkorporasyondur. Vamık Hoca bununla ilgili olgularını, kitap standında bulacağınız Psikoterapide Nesne İlişkileri ve Kayıptan Sonra Yaşam adlı kitaplarında anlatmıştır. İnkorporasyonun dinamiklerini, Psikanaliz Yazılarının Haz ilkesinin Ötesinde sayısında “Bedenin İçine Alma: haz, saldırganlık ve nesne içeriye alınırken” başlıklı yazımda detaylıca ele aldım. İnkorporasyon, Winnicott’ın tanımladığı “olma ile özdeşim” sürecinden sonra gelen ilkel bir süreçtir. Bu ilkel sürecin yinelemelere olan katkısına burada değinmeyeceğim ama çok etkilidir.
Ruhsal sorunların beraberliği, iç içeliği, birbiriyle örtüşmesi de yinelemeyi besleyen durumlar. Benlik ayrıştırma gücünü kullanamadığında, kendilik ayrışmayı hissedemediğinde ortaya çıkan belirsizlik ve kaos örselenmenin yinelemesi ve yeni örselenmeler oluşması için verimli bir zemin hazırlıyor. Bu içsel ayrışma ve ayrılma süreçleri yas tutabilme ile bağlantılı. Freud bu süreçlerdeki olumsuzlukları “Yas ve Melankoli” makalesinde anlatmıştır. Bu makalede anlatılanlar, yasın kendilik ve nesne ilişkilerinin gelişimindeki yerini ve benliğin durumu ile bağlantılarını göstermektedir. Odağ yayınlarından çıkan Ilany Kogan’ın kitapları ise yas ve inkorporasyon ile ilgili çok özgün olgular anlatmaktadır. Kogan yas tutmayı engelleyen ve örselenmenin kuşaklar boyu yinelenmesine neden olan süreçleri çok açık ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymuştur. Örselenme ne kadar çok saklanırsa o kadar çok yinelemektedir.
Celal Hoca Kogan’ı sever ve önemserdi. Kogan’ın kitaplarını çevirirken Yahudi Soykırımına odaklanması zaman zaman “Acaba bu durum okuyucuya itici gelebilir mi?” diye düşündürürdü. Şimdi görüyorum ki bu kitaplar bizim için birer hazineye dönüşmüş, değerine değer katılmış. Depremle ilgili toplantılarda adlarını anmadan geçemiyorum.
Sonradan etki
“Sonradan etki” olarak tanımlanan süreçte; kaydedilmiş, anlaşılamamış, işlenememiş bir anı yaşamın sonraki bir döneminde yeni bir anlam kazanır ve bazen bu yeni anlam kazanma, geçmişi anlamlandırma biçiminde olabileceği gibi bazen de geçmişte bir travmanın yaşanmış olduğunun farkına varılması biçiminde olabilir. Bollas, Düşmeden Yakalamak adlı kitabında bu durumu açıklamıştır. Bu kitabı stantta bulamazsınız ama odagyayin.com’dan alabilirsiniz. Freud sonradan etkiyi cinsellikle ilgili travmatik bir anı üzerinden anlatmıştır. Buna geçmişte yaşanmış bir kaybın idrak edilmesini de ekleyebiliriz. Deprem ile birlikte hem geçmişteki gerçek deprem anıları hem de kişi için depremle anlam bağı kurulabilen ruhsal depremler canlanmıştır. İkincisi ise depremde yaşanan kayıplar ile kişi geçmişte yaşadığı bir kaybın acısını yeniden hissetmiş olabilir.
Geçmiş anıyı travmatik kılan ögelerden birisi, geçmişteki zamanda yeterince simgeleştirilememiş olmasıdır. Yani cinsel bir tanıklık, bir travma ya da kayıp ilk yaşandığı dönemde yeterince simgeleştirilememiş ve olduğu gibi kaydedilip kalmıştır. Bu açıdan yeni yaşanan durum ile ortaya çıkan kavrayış, geçmişte yaşanmış ve simgeleştirilmeden olduğu gibi kalmış olan anının yeniden işlenmesine aracı olabilir. Simgeleştirilme derken sadece anının akıl olarak değil duygusal olarak da simgeleşmesi, ifade edilmesi, söze dökülmesi ve tasarımlanabilmesi gerekmektedir. Sonradan etkinin; çöküş, dağılma, yıkılma gibi ruhsal durumlarla bağlantısını Winnicott “Çöküş Korkusu” makalesi ile kurmuştur. Ve çok önemli bir tespit yapmış kişinin gelecekle ilgili çöküş korkusunun ve ölüm kaygısının aslında geçmişte yaşamış olduğu ve anlamlandıramadığı durum ile bağlantılı olduğunu göstermiştir.
Ülkemizde yaşanan durum ise sıklıkla çöküş, dağılma, örselenme durumlarının örselenmeler yaratılarak sürekli bir biçimde yeniden canlandırılmasıdır. Yalnızca herhangi bir TV kanalının haber bültenini seyretmeniz bu örselenmenin her saat başı televizyonda nasıl tekrar ettiğini görmeniz için yeterlidir.[1]
Benlikteki Deprem
Travmanın etkilerini değerlendirirken benlik ve kendilik açısından durumu değerlendirmek iyi olur. Benlik, işlevleri ve yaptıkları ile tanımlanırken kendilik oluşu ve içinde olduğu ilişki ile tanımlanır. Benlikteki Deprem başlıklı yazımda depremin benlikteki etkilerini değerlendirdim. Deprem güvenlik duygusunu yıktı, otoriteleri ve toplumsal çevreyi tehlikeli hale getirirken yaşamda kalmayı suça dönüştürdü. Benlik, (1) iç ve dış gerçekliği ayırt ederek gerçekliğe uyum sağlama; (2) savunmaları çalıştırarak ve gerilemeyi kullanarak dürtüleri düzenleme; (3) iç ve dış dünyadaki ilişkileri düzenleme; (4) iç ve dış gözlemleme ile yargı oluşturma; (5) ayrıştırma, bütünleştirme, sentez yapma, (6) özerk işlevleri ile çatışma dışı alanı geliştirme ve (7) kendiliği koruma işlevlerini yerine getirir.
Deprem travması yaşayanlar bunların birinde ya da birkaçında sorun yaşamışlardır. Deprem, iç ve dış gerçekliğin ayırt edilişini bozmuştur. Depremden sonra bunu, depremin etkilerinin, deprem düşüncesinin sürekli kişinin sözlerini ve düşüncelerini işgal etmesinde gördük, görüyoruz. Benlik, ruhsal açıdan bir gerilemenin içine düştü ve gerilemenin yönetimini elinde tutamamaya başladı. Bastırma gevşedi ve savunmalar ilkelleştiler. Yani bölme, yansıtmalı özdeşim, içe çekilme, inkâr, disosiyasyon, somatizasyon ve inkorporasyon devreye girdi. Savunmaların gerilemesi ve dış dünyanın yıkılması ile iç ve dış dünyadaki ilişkileri düzenlemek zorlaştı. Deprem travması benliği egemenliği altına alınca yargılamaları da egemenliği altına alır. Bu yüzden sözlere çok dikkat etmelidir: sallandık, çöktük, yıkıldık, ezildik, mahsur kaldık gibi depremi andıran her tanım ve deyimin üzerine gidilmeli, önemsenmelidir. Travmanın yinelemesi konuşma sırasında sürer. Sıraladığım durumlar, benliğin ayrıştırma, bütünleştirme ve sentez işlevlerini ketler. Benlik, depremden ayrışıp özerk işlevlerini gerçekleştiremez. Kendilik korunamıyordur.
Gerileme Sorunu
Benlik gerileme ile gerçekliğe uyum ve sentez işlevlerini yönetir. Deprem travması zamanı yok etmesi ile zamansal, kıyamet düşlemlerini gerçeğe dönüştürmesi ile topografik, tüm soyut alanı yok ederek tamamen somut bir yaşam mücadelesi yaratarak biçimsel, ilkel savunma düzeneklerini etkinleştirerek savunma açısında benlikte gerileme yaratmıştır. Depresif konumdan paranoid şizoid konuma geriletmiş hem kendiliğin hem nesnenin var oluşu zarar görmüş ve tehdit altında kalmıştır. Gerileme kabaca iki türlüdür ilerlemeyi sağlayan ve saplanma yaratan. Ruh sağlığı çalışanları olarak şu anda hala deprem travmasını çalışarak bir miktar ilerlemeye dönüştürme şansımız var.
Tüm bunlar travmanın yinelenmesine yol açıyor ve travmanın nasıl bir yineleme zorlantısına dönüştüğü ve kişi anımsamadan yeniden canlandırıldığı Freud’un üzerinde durduğu bir konu. Travmanın ve yinelenmesinin benlikle ilgili burada sayamadığım birçok hali analistlerce oldukça çalışılmıştır.
Benlikle ilgili süreçleri görmek, duymak ve anlamak daha kolaydır. Kendilikle ilgili durumu kavramak daha zor olmaktadır. Benliği kavramsallaştırmak 30, kendiliği kavramsallaştırmak 60 yıl sürmüştür. Freud’un “Yas ve Melankoli” makalesi, içinde kendilikle ilgili tespitler taşısa da genellikle benlik üzerinden çalışılmıştır. Bu makalenin kendilik üzerinden yaptığım bir irdelemesi Psikanaliz Yazılarının Bebek Gözlemi sayısında yayınlandı. Orada benlik ve kendilik arasındaki farkları ve hastanın konuşması üzerinden kendilik tasarımının nasıl ayrıştırılabileceğini de anlattım.
Travma açısından kendilik neden önemli?
Çünkü travma, Winnicott’ın dediği gibi “olmaya devam edişi” bozuyor. Kendilik nasıl var olacağını bilemiyor. Kendilikteki belirsizlik ve kendiliği etkileyen travma işlenmedikçe benlik hiçbir şey yapamıyor, işlevsizleşiyor.
Bilme ve tanıma benlik işlevidir. Delphi’deki ve tüm öğretilerdeki “Kendini tanı, kendine dön, kendin” ol düsturları benliğe yöneliktir. Benlik düşünerek anlar ve gözlemleyerek öğrenir. Kendiliği sarsan durumlarda benliğin ketlenmesi kendiliğin toparlanmasını engeller.
Benliğin düştüğü zor durumda kendilik de var olmakta zorlanır. Benlik güvenli bir ortam sağlayamadığında kendilik korkuyla dolar. Benlik kayıpları engelleyemediği için kaybetmekte olan ve yaşamda kaldığı için suçluluk hisseden bir kendilik vardır. Kendilik taşıyamadığı korkuyu ve suçluluğu kendisinden ayırmak ister, benlik bunu gerçekleştirmek için dışa yansıtmayı, projeksiyonu kullanır. Korkutan ve suçlayan ya da öfke duyulan ve suçlanan nesne tasarımları bulur.
Benlik kendiliğin varlığını sürdürebilmek için savunmaları devreye sokar. Savunma mekanizmaları genel kavramsallaştırmada dürtüler ve kaygı için devreye girerler. Buna savunmalar ile benliğin kendiliğin varlığını korumaya çalıştığını ekleyebilirim. Benlik, gerilemeyi yaşamda kalma adına kullanmaya ve savunmaları ilkel bir düzeye çeker. Savaşta kaybeden ve askerleri ölen bir ordunun geri çekilmesi gibi psikolojik açıdan geriler.
Depremden sonraki günlerde psikolojik açıdan gerilemenin 8 biçimini saptadım.
- Dışsallaştırma ve dışa yansıtma: Benlik; acı, üzüntü, öfke, suçluluk gibi olumsuzluk yüklü ve ilkel malzemeyi dışa yansıtmaya yönelebilir. Benlik, kendiliğin içinde taşıyamadığı ve belirsiz kalmasından endişelendiği “kötülük” yüklü ögeleri yansıtmalı özdeşleşme ile dışsallaştırılabilir. Bu yol paranoid konumu besler ve kendiliğin tehlikede olduğu hissine karşı geliştirilse de tehlikede olma hissini pekiştirir. Zayıf kendilik ve zalim nesne tasarımları oluşur. Çocuklara, Suriyelilere, göçmenlere yönelik düşlemler zayıf kendiliğin; Amerika, HAARP depremi yaptı gibi ve yabancı ülkelerin yardım ekiplerine yönelik düşlemler zalim nesnenin yansıtılmasıdır.
- İçe kapanma ve güvenli alana, sığınağa, inzivaya çekilme: Benlik, tehlikeli dış dünyadan ve ilişkilerden kendiliği kurtarmaya çalışır. Örneğin: İyi olanın çocukluk, geçmiş, rüya ve kötü olan dış dünya, dış gerçeklik olduğunu düşünmek; insanları ilgisiz bulmak; seansa gelmemeyi ve konuşmamayı istemek. Dağda bir ev edinme, sürekli battaniyanin altında yatma hayali.
- İnkâr: Benlik; kendiliği, kendiliğin yetersizliklerini, kendiliğine zarar verdiğini, güçsüzlüğünü ya da çabasını, iyiliğini, insanlığını, korktuğunu, çaresizlik hissettiğini inkâr edebilir. İnkâr; manik savunmaları, tümgüçlü ve kahraman olma düşlemlerini besler, ruhsallıkla bağlantıyı kopartır ya da askıya alır.
- Disosiye etme ve disosiye olma: Benlik, kendilik deneyiminin yinelemesini, derinleşmesini ve pekişmesini, kendiliğin acıya ve korkuya boğulmasını engellemeye çalışırken işlevsizleşir. Yaşanan travma ruhsal açıdan işlenemeyince benliğin bütünleştirme işlevi ketlenir. Kendilikte; dağılma hissi, dikkat dağınıklığı, kayıtsızlık hali, hissizlik oluşur. Benlik işleyemediği travmayı ayrı tutmaya çalışarak kendine “Bu rüya olmalı. Bu ben değilim. O günü anımsamıyorum.” der.
- Bölme ve genellemeye eğilim: Deprem; yaşayanlar ve ölenler, yardım ulaşanlar ve ulaşmayanlar, depremi yaşayanlar ve yaşamayanlar gibi gerçeklikte sert ve gerçek bir bölünme oluşturdu. Travmanın ruhsal etkisi, yaşam içindeki bölünmelerin daha çok algılanmasına ve kişilerin bu bölünmeler üzerinden düşünmesine neden oldu; şanslı-şanssız, mutlu-mutsuz, yardım eden-yardıma el koyan olmak. Özellikle bölme, kendiliğin ulaşamadığı iyi ve kendiliğe zulmeden kötü otorite/ebeveyn tasarımlarında geçekleşti. Depremin içinde olduğu yer, konu, anı, düşünce ve düş kötü; depremin olmadığı, bilinmediği, inkâr edildiği, konuşulmadığı yerler iyi; deprem bölgesindekiler duyarlı, dışında kalanlar duyarsız gibi ifadeler duyuldu. İkiye bölünmüşlük hissedebildi; kendiliğin bir parçası yaşayan ve bir parçası ölü, deprem öncesinde yaşayan kendilik ve deprem sonrasında yaşayan kendilik, vb.
- İnkorporasyon: Kaybın travmatik bir biçimde olması ve yas tutulamaması kaybedilenlerin ve deneyimin kişinin iç dünyasında olduğu gibi kalmasına yol açabilir. Kendilik ve nesne tasarımlarının kaynaşması, karışması, birbirlerinin yerine geçmesi görülür. Bu dinamik; ölen kişiyi sürekli içinde hissetmek, ölen kişi ile aynı özellikleri somut olarak taşımak istemek, ölüm ve intihar etme düşlemleri, kendine zarar verici davranışlar vb. biçiminde görülür. Sürekli depremle ilgili görüntüler izlemek ve bunları işlememek algılananların inkorpore halde kalmasında etkili olabilir.
- Özdeşleşmeler: benlik, kendiliği yaşamda tutabilecek her türlü özdeşleşmeyi mümkün kılmak adına regresyon ile her türlü özdeşleşmeyi mümkün hale getirdi; depremle, göçük altında kalanlarla, yıkıntılarla, kepçelerle (Haluk Levent) özdeşleşmeler. Bu özdeşleşmeler; yoğun çaresizlik, üzüntü ve suçluluk ile etkinleşen tümgüçlü tasarımları canlandırabilir. Kurban olmaktan korkma ve kurban olmaktan çıkılamaması, depremin tekrar etmesi ve deprem tehdidi gerileme halinde kalmayı ve ilkel özdeşleşmeleri artırmaktadır. Travma ile gerileme kurtarıcı-mağdur, yaşatan-öldüren, inşa eden-yıkan gibi tasarımların aynı kişide, tek seans içinde ardı ardına etkinleşmesine neden olabildi.
- Psikosomatik regresyon: Depremin ve kayıpların şiddeti, dürtülerin inkarına, savunmaların yıkılmasına, gerilemenin durdurulamamasına ve bedenselleştirmeye neden olabildi. En hafifiyle baş ağrısı, uykusuzluk, iştahsızlık görülebilir. Benlik, ruhsal açıdan çalışamayınca ana kalesi olan bedene geri çekildi.
Kendiliğe ne oluyor?
Travma[2] ile birlikte benlik kendiliğe yatırım yapamaz hale gelebilir. Benlik o kadar çökebilir ki kendiliğe yapılan yatırımı gösteren tümgüçlülük, büyüklenme, ülküleştirme düşlemleri yıkılır; acizlik, aşağılanmışlık ve değersizlik egemen olur. Benliğin kendiliğe yaptığı yatırımın bozulduğu durumlarda nesnelere yapılan yatırım da azalır. Özgüven, özsaygı, özdeğerlilik travma öncesindeki haline bir türlü getirilemez. Terapist; özgüven, özsaygı, özdeğerlilik ile ilgili bir durum algılıyorsa bu kendilikle ilgili bir meseleyi ve örselenmenin ağırlığını gösterir. Benlik, dengeli nesne ilişkileri için kendiliği bütünleştiremez, toparlayamaz. Benlik artık kendiliği eskisi gibi tanıyamaz.[3]
Van Der Kalk ve Örselenme Triadı
Van der Kalk örselenmeyi yineleme zorlantısında: başkasına zarar verme, kendine zarar verme ve yeniden kurban olma üçlüsünü tanımlamıştır. Erkek mağdurlar zarar verici olma, kadın mağdurlar kurban olma tasarımıyla daha çok özdeşleşmektedir. Van der Kalk, örselenen kişilerin örseleyen kişiden ayrılamadığını ve bu sürecin sosyal hizmet uzmanlarında ve ruh sağlığı çalışanlarında öfke yarattığını saptamıştır. Kendilik ve nesne öfkeyi taşımamakta, öfkeyi ayrıştırıcı bir etken olarak kullanamamaktadır. Örseleyici gibi örselenmenin kendisi bağımlılık haline gelebilir. Örselenmeyi yineleme zorlantısının paraşütle atlama, maraton koşma gibi tehlikeli etkinliklere dönüşebildiğini gösterir.
Ulaşamadığımız depremzedeler için travma kendiliklerinin içinde sindirilememiş bir parça olarak kristalize olmakta. Ve daha sonra bu travmayı çalışmak yıllarca sürmek durumunda kalacak. Depremzedeler başkalarına ya da kendilerine zarar verebilecek ya da yeniden kurban oldukları ilişkiler yaratacaklar. Üzerinden zaman geçtikçe deprem travması, eğer anımsarlarsa bir ucundan çekip çıkartacağımız bir hortlak olacak. Ya da bu bilinçaltında gömülü mayın yıllar sonra bir başka travma ile patlayacak. Ya da bu radyoaktif madde bilinçdışından yaydığı radyasyon ile kişinin geri kalan tüm yaşamını sakatlayacak. Ya da bir kanser gibi yavaş yavaş öldürecek. Örneğin depremde anne-babasını kaybetmiş bir doktor göğüs ağrısı olunca hastaneye gitmeyecek ve ölümü isteyecek. 80 yaşına kadar yaşayacak avukat 48 yaşında ölümü tercih edecek. Tutulamayan yaslar yavaş yavaş yaşamı yok edecek. Birçoğunu hiç bilmeyeceğiz, hiç tanımayacağız.
Burada ruh sağlığı çalışanları olarak bizlere çok zor bir iş düşüyor. Ulus olarak ruhsal açıdan bir zaafiyetimiz var: asker milletiz ama düşmanı somut olarak göremezsek savaşamıyoruz. Deprem bu açıdan çok riskli hele depremle mücadelenin karşısında emlaktan para kazanmak gibi somut bir çıkar söz konusu olunca depreme önlem alma süreci felç oluyor. Psikoterapi de böyle. Hasta olmadan ya da dizisi seyredilmeyince gerekliliği anlaşılamıyor. Sanat gibi, bizim için çıkış yolu olabilecek her olanağı kullanmak zorundayız.
Şunu da unutmamalıyız ki örselenme seans odasında da yineleyecek. Örseleyecek ve örseleneceksiniz.
[1] Psikanalistler travma yaratıcı olanın gerçek olay değil bu olaya verilen anlam olduğunu Freud’dan itibaren fark etmişler ve bunun üzerinde çalışmışlardır. Bununla birlikte deprem gibi ve özellikle de çok geniş bir alanı etkileyen 6 Şubat depremi gibi bir deprem geniş çaplı bir travmadır ve ona herkesin verdiği anlam herkesi etkileme biçimi travma olmuştur. Bu genelleşmenin altında bir de kişiye özgü travmatik durum vardır.
[2] Travma anısının bir bariyere dönüşmesi
[3] Kendiliğin Dış Dünya ve önemli nesneler ile kaynaşma ve bütünleşme düşlemleri ketlenmiştir