• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

YAS VE PSİKOPATOLOJİ

YAS VE PSİKOPATOLOJİ

DOĞUM VE ANNEDEN AYRILMA

İnsanoğlu doğarken annesine bağımlı olarak doğar ve doğası gereği yaşamda kalabilmek, varlığını sürdürebilmek için ilişkilere gereksinim duyar. Yaşamda kalabilmek, güven hissetmek ve mutlu olabilmek için sürekli bir bakım verene gereksinim duyan bebek, şefkat dolu bir ilişki kurabilir, fiziksel ve ruhsal açıdan almak istediklerini yeterince alabilirse, doğal bir gelişim içinde büyür. Bu büyüme ve gelişme sırasında, ilişkilerindeki sürekliliği, beraberindeki güven ve doyum duygularını içselleştirir.

Bebeğin annesine mutlak bağımlılığı, yaşamda kalabilmek için bir bakım verene duyduğu gereksinim yüzünden ailesi onun için önemlidir. Ayrılık, yaşamın ilk yıllarında tehlikelidir. 2-3 yaşına geldiğinde çevreyi merak etmeye ve dış dünyayla ilgilenmeye başlar. Ama dışarısıyla ilgilenirken annesiyle arasındaki bağı bırakmaz. Bu bağı, kendine güvenini sürdürmekte kullanır. Örneğin emekleyerek annesinden ayrılırken zaman zaman arkasına bakıp annesinin orada olup olmadığını kontrol eder. Annesi yakınlardaysa, onu görebiliyorsa daha rahatlıkla ve güven içinde dışarıya açılmaya devam eder. Annesine her bakışında, onun sesini her duyuşunda iç dünyasındaki anne tasarımı canlanır. Biraz daha büyüyünce, mutlaka annesini görmesi gerekmez ama odasında oynarken annesinin hangi odada olduğunu bilmek ister. Daha da büyüyünce anne babasını evde bırakarak okula ya da akrabalarının yanına kalmaya gidebilir. Büyüdükçe uzakta kalabilme süreleri uzar.

Yaşamın ilk yılları, çocuğun fiziksel ve ruhsal olarak anne-babasından ayrılma ve uzaklaşma alıştırmaları yaparak geçer. Bu süreç çocuğun iç dünyasını önemli düzeyde biçimlendirdiğinden önemlidir. Çocuk, fiziksel olarak uzakta kalabilmenin, bunu ruhsal bir yara almadan yapabilmenin, bağımlılığını yaşanabilir ve katlanılabilir bir düzeyde tutabilmenin yollarını geliştirir. Sosyal ilişkiler oluşturmak, kelimeler, semboller, tasarımlar ve bir fantezi dünyası yaratmak ayrışmada kullanılan araçlardır. Bu süreç aynı zamanda bir yastır. Çocuk ailesinden ayrıştığını algılar. Eğer buna katlanabilirse ve ayrışmak için anne-babasından gerekli desteği ve güveni alabilirse, anne dış dünyasında yok olurken, iç dünyasında annesinin bir tasarımını, sembolünü yaratır. Birçok farklı yönü ve öğesi olan bu sürecin ana omurgası 6-7 yaşına kadar oluşturulur. Daha sonraki yaşamda çeşitli rötuşlar yapılarak büyüme ve ruhsal gelişim devam eder.

YAŞAMIN İÇİNDEKİ YAS

Bu gelişim tam bir yas değildir çünkü anne-baba dış dünyadaki varlığını sürdürür. Çocuk, onlar yaşadıkça iç dünyasındaki anne-baba tasarımına katkılar yapmaya devam eder. Bu yas, onlar öldüğünde, dış dünyadaki varlıkları sona erdiğinde, hem iç hem dış gerçeklikte yaşanarak devam eder. Kişi, artık anne-babasını yalnızca iç dünyasında yaşatabilir, çünkü artık dış dünyadaki varlıkları yok olmuştur. Ölümle başlayan, hüzünlü bir veda yaşanır. Birey bu vedalaşmanın farklı biçimlerini yaşamındaki tüm önemli kişilerle, yerlerle, yaşam dönemleriyle ve cisimlerle yaşar.

Yas; kişi için önemli olan, sevilen, değer verilen birinin kaybına verilen tepkiler ile bu kaybı anlama ve kabullenme sürecidir. Çocuklar annelerini kaybettiklerini hissettiğinde önce tehlikede hissederek alarm durumuna geçerler. Sonra protesto, ağlama ve arama sürecine girerler. Bu süreç başarısızlıkla ilerlerse üzüntü, çaresizlik ve çökkünlük yaşarlar.

Erişkinlerin kayıplara verdiği tepkiler de benzerdir. Önceki önemli yaslar anımsanır. Başka bir deyişle büyürken tuttulan ve tutulamayan yaslar, o anki yasın niteliğini belirler. Tutulmamış yaslar bir yük olarak gelir ve şimdiki yası zorlaştırır. Ama kişi önceki kayıplarının yasını tutabilmişse, nasıl yas tutulacağını öğrenebilmişse, yeni kaybının yasını tutabilir. Kaybı kabullenemeyen ve yasını tutamayan erişkinler tehlikede hissetme, protesto etme, ağlama sürecindeki çocuklar gibi aramaya devam ederler. Kaybettiklerinin yaşadığına ya da onu gördüklerine inanırlar. Arama çabaları ve kaybettikleri kişiyi bulma istekleri, çevrelerini farklı algılamalarına neden olur.

NASIL YAS TUTULACAĞI AİLEDE ÖĞRENİLİR

Bir kayıpla karşılaşan çocuk nasıl yas tutacağını ailesinden öğrenir. Çocuğun ebeveynlerinden birisi bir kayıp yaşadığında ve bunun yasını tuttuğunda çocuk onların nasıl yas tuttuğunu görür, deneyimler. Bu sırada anne-babanın çocuğa yaklaşımları önemlidir. Örneğin çocuklarının ev hayvanı öldüğünde onunla birlikte hayvanı gömen, bir cenaze töreni düzenleyen, çocuğunu dinleyen, ağlamasına ve üzülmesine izin veren, çocuklarının kaybettiği oyun arkadaşını anımsayabileceği bir fotoğraf albümü ya da bir anı köşesi hazırlamasına yardım eden anne-baba çocuklarının yas tutmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda yastaki acıya ve yoğun duygulara katlanmayı ve yas tutmayı öğretmiş olacaktır. Çocuk, böyle deneyimleri tekrar tekrar yaşayarak sevilen kişilerden, yerlerden, durumlardan kendisini geliştirerek ayrılmayı öğrenir. Çocuk, ölümden sonra ne olduğunu aileden öğrenir. Her ailenin kendi kültür ve inancına göre bir ölümden sonra yaşam inancı vardır.

YAS ÜZERİNE ÇALIŞAN BİLİM ADAMLARI

İnsanın ölüme verdiği tepkileri, yası ve bunların melankoli ile bağlantısını inceleyen Freud, bu konuya odaklanan ilk kişilerdendir. Yas ile ilgili araştırmalar, yas sürecindeki kişilerde gözlenen psikiyatrik belirtilerin tedavisinin ele alınması ile başlamıştır. Daha sonra 1937’de Deutsch “bir yakınının kaybından sonra kişide yas belirtilerinin olmaması” durumunu ele almıştır. 1944 Lindemann, Coconut Grove faciasında ölen kişilerin yakınlarının kayba verdikleri tepkileri araştırmış ve 101 kişi üzerinde yaptığı bu çalışmanın ardından ortak tepkileri sınıflamıştır. Pollock (1961), yasın insan üzerindeki etkileri ve insanların yakınlarını kaybettikten sonra yaşama nasıl uyum sağladıkları konusunda çalışmıştır. Anne ve çocuk arasındaki bağı, ayrılmayı ve kaybı araştıran Bowlby, bu araştırmalarında kişinin yaşamındaki önemli kişilerin ölümüne verdiği tepkiyi bu kişilerle kurulan bağlar ve bağlanma üzerinden araştırmıştır. Bağlanma kuramını esas alan Parkes da kayıp, ölümün ardından gelen ilk yıl, çeşitli kültürlerde kayba verilen tepkiler ve yas sürecindeki danışmanlık üzerinde yayınlar yapmıştır.

1973’de yayınlanan, Türkçe’ye de çevrilen “Ölüm ve Ölmek Üzerine” adlı kitabıyla Kübler-Ross yas sürecinin anlaşılması ve kolaylaştırılması üzerine çok değerli bir yapıt bıraktı. Kübler-Ross ölümüne yakın bir zamanda, bir veda gibi, yas üzerindeki düşüncelerini Kessler’a anlattı ve Kübler-Ross’un ölümünden kısa bir süre sonra Kessler, “Yas ve Yas Üzerine” adlı kitabı yayınladı. 1981 yılında yayınladığı “Bağlantı Nesneleri ve Bağlantı Kurma Olgusu” adlı kitabında, karmaşıklaşmış yas tepkileri veren 150 hasta üzerinde yaptığı araştırmanın sonuçlarını yorumlayan Volkan, bu hastaların karmaşıklaşmış yas süreçlerinin özellikleri ve yaslarının nasıl çözümlenebileceği üzerinde durmuştur. Bu hastaların ölen yakınları ile bağlarını sürdüren “bağlantı nesnelerinin” olduğunu ve bu nesneler ile çalışılarak yas sürecinin ilerletilebileceğini gösterdi. Yas tutmada sorunlar yaşayan kişilerin yeniden yas tutma sürecine girerek iyileşebileceğini açıkladı. Yalom, Varoluşçu Psikiyatri başlığında ele aldığı ölüm ve yaşam kavramlarını, özellikle kişinin psikolojisindeki etkileri bağlamında araştırmış ve “Varoluşçu Psikiyatri”, “Annem ve Hayatın Anlamı”, “Ölümle Yüzleşmek” gibi birçok kitabı dilimize de çevrilmiştir.

KAYBI YADSIMA (İNKAR)

Ölüm ve kayıp insan için ağır bir yüzleşme yaratır, zordur ve acı verir. Ölüm, ayrılıkların en somutu, en geri dönüşü olmayanı ve en acısıdır. Ölüm gerçektir ama gerçekleri kabul edebilmek için önce onlara inanabilmek, inanabilecek gücü hissedebilmek, inanmaya izin vermek gerekir. Ölümün ağırlığı, kişinin gerçekliği reddetmesine, gerçekliği sorgulamasına ve gerçeklikle bağının zayıflamasına neden olabilir. Özellikle de ölüm haberinin alındığı ilk anlarda. 

İnkarın düzeyi kişiden kişiye, olaydan olaya ve yas sürecindeki yerine göre çok farklılıklar taşır. İnkar, kültür içinde, ailede ve yaşanılan çevrede kabul edildiği düzeyde çeşitlilikler gösterir. Bazen inkarın düzeyi, zaman içinde değişir. Duygular yoğunlaştığında ya da bazı özel anlarda, kaybedilen kişinin yokluğu inkar edilebilir. Ama sıklıkla genel seyri, inkarın gittikçe azalmasıdır. Burada normal ve hastalıklı inkar arasında ince bir çizgi vardır. Ayrılmanın, kaybetmenin kabul edilmeyişi romantik gözükebilir. Eğer yaşam için sorun çıkartmıyorsa, dünyayı algılamayı bozmuyorsa ve sosyal açıdan çok garip karşılanmıyorsa müdahale edilmesi gerekmeyebilir. Ama yaşamı zorlaştıran, ilişkileri bozan, çevredeki kişiler tarafından garip gelen bir durum söz konusuysa mutlaka dikkate alınmalı ve müdahale edilmelidir.

Ölümün inkarında kaybedilen kişinin kim olduğu ve kaybediliş biçimi etkilidir. Eğer kaybedilen kişi bir çocuk gibi kaybedilmesi beklenmeyen birisi ise kabullenmek daha zordur. Kaybedilen kişi yaşlı ise ölebileceği olasılığı daha önceden akıllara gelebileceğinden, kaybedilmesi hiç beklenmeyen bir şey olmayacak, yasının kabullenilmesi daha kolaylaştıracaktır. Eğer ölen kişinin cesedi bulunamıyorsa ya da öldüğüne tanıklık etmiş kimseler yoksa yakınlarının ölümü kabullenişi zorlaşır. Bir gün gelebilir umudunu taşımak, kaybolan yakının öldüğü gerçeğini kabullenmeyi güçleştirir. Böyle durumlarda kaybedilen kişinin bir izini, bir kalıntısını bulmak bile yasın tutulmasını kolaylaştırabilir, yası başlatabilir.

Kaybı yaşayan kişi ölen kişinin varlığı hissedebilir. bazen yanındaymış ya da onu izliyormuş gibi hissedebilir. anal sex Ölen kişinin bedeninin yok olması, onu yaşatma isteğinin onunla ilgili eşyalara ve yerlere yansımasına neden olur. Kişinin zihninde sanki o yaşıyormuş gibi, onunla yapılanlar canlanır. Ölen kişi ile gidilen yerlerin, yenen yemeklerin, rutin olarak yapılanların anlamı güçlenir. Hepsi birer anma aracına dönüşür. Örneğin ölen kişinin çok sevdiği mercimek köftesi o yaşarken sıradan bir yemek iken öldükten sonra onu anımsatan bir yemeğe dönüşür. Bu durumlar ikili bir anlam taşırlar. Hem ölen kişinin anılarını canlı tutarlar hem de ölümün gerçekliğini hissettirirler. Mezarlık bu açıdan özel bir yerdir.

Ayrılığa katlanamama yaşamın inkarına götürebilir. Ölümle yeniden bir araya gelme düşüncesi intihara neden olabilir. Bazen yas tutamamnın ağırlığı yaşamı terk etmek ve ölen kişiye kavuşmak için ölme isteğine dönüşebilir. Yemeden içmeden kesilme, yaşamsal ilaçları kullanmayı bırakma, kendini göre göre tehlikeye atma gibi yollarla ölüme yaklaşılabilir.

KAYIP YÜZÜNDEN ÖFKELENME

Kayıptan sonra hissedilen duygular arasında öfke ve kızgınlığın özel bir yeri vardır. Bu duyguları duyumsayabilen kişi, artık yasını kabullenebilecek düzeydedir. Öfke, kaybın kabullenilişinin arttığının ve gerçeklikle bağlantı kurulmaya başlandığının göstergesidir. Öfke, kişi bilinçdışı olarak yas tutmaya kendisini hazır hissettiğinde, öfkelenmeye dayanabileceğini fark ettiğinde ortaya çıkar. Ancak, ölümün gerçekleştiğini kabul etmeye başlayan birisi öfkelenebilir.

Terkedilmişlik, bırakılmışlık, çaresizlik, hayal kırıklığı, haksızlığa uğramışlık gibi duygular, yoğun bir biçimde duyulan acıyı ve öfkeyi körükler. Hissedilen öfkenin şiddeti, ölümün narsisistik açıdan bir zedelenmeyi ne kadar ifade ettiğiyle ve ölen kişiye yüklenen narsisistik anlamın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Yas tutan kişi ölen yakınını kendisinin bir parçası gibi hissediyorsa ya da ölen kişi ile bağlantılı idealleri varsa ölüm onun için daha acı verici olacaktır. Ölen kişi yaşamında baskın bir role sahipse ya da yaşamsal bir yeri varsa benzer bir durum oluşur.

Ölümle karşılaşınca, bir anda dünyanın merkezinde olunmadığı, ne kadar yaralanabilir ve narin olunduğu, yaşamda yakalamanan dengenin ne kadar kolay zedelenebildiği anlaşılır. Yaşamın kontrolden çıkması, dengenin, düzenin, sevgi dolu bir ilişkinin bozulması öfke yaratır. Kişinin gururu ve kibri yerle bir olur. Ölüm tam anlamıyla bir yenilgidir. Böyle durumlarda öfke bazen yıkılan gururu kazanmanın arayışı olabilir. Yasta bir dirence dönüşebilir. Özellikle de ölen kişiye duyulan kızgınlık bitmek bilmiyorsa.

Öfke, kaybı yaşamayanlara, anlamayanlara ya da mutlu olanlara yayılabilir. Örneğin kocasını kaybetmiş bir kadın, kocasıyla gülen bir kadını gördüğünde ona öfkelenebilir. Kaybettiği yakınının bakımında ona yardım etmeyenlere ya da yaşamasında yeterli itinayı göstermeyen sağlık çalışanlarına kızabilir.

Ölen kişi yaşarken onunla çatışmalı bir ilişki varsa yas karmaşıklaşabilir. Kaybetmenin getirdiği yalnızlık korkusu ölen kişiden korkmaya dönüşebilir. Ölen kişiye karşı hissedilen nefret, haset ve kıskançlık gibi kötücül duygular da ölen kişinin ruhundan korkmaya dönüşebilir. Korkular ve endişeler varsa yas başlayamaz.

Yastan ve üzüntüden korkan bazı kişiler kayıp yaşayan kişilerin yas tutmasını engeller. Ağlamamaları, üzülmemeleri gerektiğine ikna etmeye çalışırlar. Bazen bunu dinsel bir biçime sokarlar ya da ağlandığında ölen kişinin üzüleceğine inanırlar. Aslında yas, duygular ifade  edilemezse ve yaşanamazsa hasta eder. Duygu ve düşüncelerin dile egtirilmemesi geride kalanları tüketir.

PAZARLIKLAR İLE UZLAŞI ARAMA

Yas tutma sırasındaki pazarlıklarda kişi kaybı geri çevirmeye çalışır. Öfke azalmış, anlaşmaya varma isteği öne çıkmıştır. Daha iyi olursa ya da bazı şeyleri daha farklı yaparsa kaybettiği kişiyi geri getirebileceğine inanır. Zamanda geri gitmeyi arzular. Geriye giderek kaybettiği kişi ile yapmadıklarını yapmak ve yaşamak ister. “Keşke ...” ile kurulan cümleler pazarlığı gösterir. Pazarlık, suçluluk hissinin belirtisidir. Suçluluk hissi gerçekliğin kabulünü arttırır. Kişi geçmişi değiştirmek isterken yavaş yavaş kendini değişime hazırlar. Kayıp, kişinin dersler çıkarmasına ve kendini değiştirmesine yol açabilir. Kaybın yarattığı acının etkisiyle yeni anlamlar bulunur. Kişi zihninde sebep sonuç ilişkileri kurarak yaşama dair yeni bir bakış açısı geliştirir. Kendisine dersler çıkartabilir.

Ölen kişi ile ilgili gerçekten suçluluk ve sorumluluk hissettirecek durumlar varsa pazarlıklar daha şiddetli sürer. Örneğin tansiyon yüksekliğine bağlı beyin kanamasından ölen babasını bir gün önce doktora götürecekken bunu erteleyen kişi bir daha hiçbir tedaviyi ertelemeyeceğine dair pazarlıklar yapabilir, sözler verebilir. “Eğer onu doktora götürseydim ölmeyebilirdi.” biçimindeki “eğer”ler ve “keşke”ler inkarın gerçeklikle bağlantılanan halleridir. Ölen kişiyi kurtarma arzusunu ifade eder. Böyle bir kurtarma arzusu içinde kurtaramamanın kabullenişini de içerir.

Ölen kişiyi kaybederken onunla ilgili eşya ve anıları kalıcı kılmaya çalışmak bir uzlaşı yaratmaktır. Yaratıcılık ve sanat ölümü farklı hallere sokan uzlaşılar bulmada kullanılır. Yasın içindeki asıl uzlaşı “onu içimde yaşatıyorum” biçimdeki özdeşleşmedir.

DEPRESYON

Kayıpla gelişen öfke ve kaygı zaman içinde boşluk hissine ve çaresizliğe dönüşür. Yaşamak, sabah güne uyanmak, okul, iş anlamını yitirebilir. Hüzün ve üzüntü, yaşama karşı isteksizlik yaratır. Ayrılık iyice kabullenilmiştir. Hüzün insanın geçmişi daha çok düşünmesine neden olur. Geçmişte olanlar ve artık olamayanlar tekrar tekrar sorgulanır. Bu hastalık değil, kişinin geriye çekilerek toparlanma çabasıdır. Bu geriye çekilme kişinin iç dünyasını değerlendirme ve içgörü kazanması için gereklidir. Yastaki depresyonda kişi bir süreliğine isteksizlik ve zevk alamama yaşar. Bu durumları kaybı ile bağlantılandırır.

Hastalık olarak depresyon demek için işlevselliğin bozulmuş olması ve bunun 2 haftadan uzun sürmesi gerekir. Hastalık geliştiğinde bazen depresyon ile kayıp arasındaki bağ kopar. Bazen de kaybın yarattığı olumsuzluklar içinde bir boğulma ve kaybolma yaşanır. Kayıptan önce fiziksel ve ruhsal olarak zayıf olanlar yas sürecinde daha kolay hastalanır. Narsisistik yaralanma ağırsa, kişi öfkesini acımasızca kendine yöneltiyorsa, ölen kişiyle bağımlı bir ilişkisi varsa, anlamsızlıktan çıkamıyor ve boşluk hissi derinleşiyorsa, kendini ihmal ettiği, yaşamın tüm hazzını kendine yasakladığı görülüyorsa depresyon tedavisi görmesi gerekebilir.

KABULLENME

Yadsıma, öfkelenme, pazarlık süreçleri tekrar tekrar yaşandıktan sonra depresyon bu tekrarlamaları durdurur ve bir bütünleşme yaratır. Kaybedilen kişi ile yaşanılanların değerlendirilmesi, onun artık geçmişte kaldığının kabulünü güçlendirir. Bu değerlendirmeler ve konuşmalar sırasında kişi kaybettiği yakını ile özdeşleşir. Onun anılarıyla ve kişilik özellikleri ile bütünleşir. Kaybedilenin yokluğu ile yaşama devam edilir. Kişi yas sürecinin yarattığı geri çekilmeyi iç dünyasında iyi çalışır, yasını tutarsa bu süreç ona bir ilerleme ile yaşama daha güçlü dönme şansı verir. Bu, yaşamda kayıpların olduğu bilincini kazandırarak varlığa yeni bir anlam verir, varlığın değerini artırır. Daha gerçekçi ve bütüncül bir bakış açısı kazanılır. Yas tutmanın tümü bir kabullenme sürecidir.

RÜYALAR

Rüyalar yas sürecinin yaşanmasında ve değerlendirilmesinde özel bir yere sahiptir. Kayıp yaşayan kişinin kaybı nasıl algıladığı, yas sürecinin hangi aşamasında olduğu rüyalar aracılığıyla anlaşılabilir. Örneğin henüz sevfiği kişinin ölümüne inanamayan birisi ya da ölen yakınının yaşamasını çok isteyen birisi rüyasında onu canlı gibi, günlük yaşamındaki olağan davarnışlarını yaşıyor gibi görebilir. Böyle bir rüyayı anlatırken “sanki canlıydı, yaşıyordu.” diye vurgularlar.

Öfke ve kızgınlık aşamasındaki birisi ise rüyasında ölen yakınını kötü ve zor durumlarda görebilir. Pazarlık aşamasındayken rüyasında ibadet ettiğini ve dua ederken ölen kişinin yanına geldiğini görebilir. Bu rüyaları konuşmak ve yorumlak yasın ilerlemesine yardımcı olur. Yasın sonlarına doğru ölen kişi ile vedalaşıldığı ya da nonu görülmediği ve öldüğünün hissedildiği rüyalar görülür.

YAS TUTMAYI ZORLAŞTIRAN ETKENLER

Yas tutmak kişinin gelişim düzeyi ile bağlantılıdır. Ergenler daha zor yas tutarken erişkinler daha kolay yas tutabilirler. Bazı durumlarda kişinin yas tutma yetisi bozulur.

Birincisi kişinin ruhsal yapısıdır. Gelişimi engelleyici ve örseleyici bir çocukluk geçirmiş, olağan çocukluk gereksinimleri yeterince karşılanmamış kişiler yas tutmakta ve üzüntü yaşamakta zorlanabilirler.

İkincisi kaybedilen kişi ile o yaşarken kurulmuş olan ilişkinin doğasıdır. Bu ilişki bağımlı, örseleyici, engelleyici bir ilişki ise bu kişinin yasının tutulması zorlaşacaktır.

Üçüncüsü kaybın yaşandığı biçimdir. Ani kayıplarda, ölen kişinin cesedinin çok zarar gördüğü ya da bulunamadığı durumlarda yasın tutulması zorlaşır. 

Dördüncü etken pek sık karşılaşılmayan bir biçimde sevilen kişinin kaybedilmesidir. Böyle durumlarda kişinin çevresinde benzer kayıplar yaşayan kişilerin olmaması nasıl bir yas tutacağını bilememesine ve çevresi tarafından anlaşılamamasına neden olmaktadır.

Beşincisi duygu ve düşüncelerin dile getirilmesinde yaşanabilen zorluklardır. Diğer aile üyelerinin üzülmesini istememe, kaybın hatırlanmaması için konuşmama gibi ifadeyi engelleyen her türlü durum yasın tutulmasını engeller.

PATOLOJİK YAS

Kaybın ardından en az altı ay geçmesine rağmen bireyin sosyal ve mesleki yaşam alanlarındaki işlevselliğin giderek bozulması olarak tanımlanmıştır. Bireyin normal yas evrelerinin birinde takılıp kalması sonucunda yas sürecini tamamlayamaması ile gelişen patolojik tepkilerdir. Klinik pratikte farklı bulgu ve biçimlerde görülmesi nedeniyle anormal yas, komplike yas, çözümlenmemiş yas, maskelenmiş yas, kronik yas, gecikmiş yas gibi değişik şekillerde adlandırılır. Yas tutmanın artık ilerlemeden bir noktada kalıp sürekli yas tutma halini almasıdır. Uyuma yönelik ilerlemelerin yerine, stereotipik tekrarlamalar ve iyileşmenin duraklaması görülür. Kayıp sonrası oluşan acı derinleşerek yoğunlaşır.

Normal yas tepkileri yerine beklenmedik, abartılmış, çok fazla uzamış tepkiler ya da tepkisizlik gelişebilir. Belirtiler genellikle yadsıma ile ilgilidir ve bireyler kaybın gerçekliğini kabul etmekten kaçınmaktadır. Bazen belirtiler psikotik bir doğada da olabilir. 

TRAVMATİK YAS

Sevilen birinin ani ve şiddet içeren bir şekilde biçimde ölümü sonucunda bu kaybı yaşayan bireylerde gelişen belirti ve tepkilerdir. Her kaybın arkasından gelişen yas normal ve doğal tepkidir. Ancak travmatik yasta kaybın beklenmedik olması ve şiddet içermesi bu doğal süreci etkiler. Buradaki travmatik etki bedensel ve ruhsal hastalıkların oluşması için bir risktir. Travma ve kaybın eşzamanlı olarak yarattığı ikili etki ile bireyin dünyayı algılama biçimi ve baş etme mekanizmaları ciddi oranda örselenir. Tüm bunların sonucunda bireyin yas tepkilerinin çözümlenme süreci uzar.

Travmatik kayıp yaşayan bireylerde, yaşadıkları travmaya bağlı olarak travma sonrası stres bozukluğu gelişebilir. Beklenmedik zamanda ve aniden gerçekleşen kayıpların yasını tutama, ölümün yakın olduğuyla ilgili bir uyarı ya da belirtinin olduğu durumlara göre daha güçtür. Travmatik yasta birey kaybettiği kişiyle aşırı uğraşlar içindedir. Normal yastan farklı olarak travmatik yasta ayrılık kaygısı işlevselliği etkileyecek düzeyde tekrarlayıcı ve rahatsız edicidir. Bireyde oluşan tepkiler süreklilik özelliği taşır ve psikososyal işlevsellik alanlarında önemli derecede bozulmalara yol açarlar.