GERÇEĞİ DEĞERLENDİRME YETİSİ
Gerçeği değerlendirme, benliğin önemli ve temel bir yetisidir. Freud üç yapılı sistemi oluşturmadan önce bu işlevi önbilincin gerçekleştirdiğini öne sürmüştür. Daha da önceleri savunmaların, gerçeklikte yaşanan deneyimin (ebeveynin tacizi) anısına ve duygulanımına yönelik olduğunu düşünmüştür. Sonraları, yaşanılmış gibi anlatılanların fantezi olabileceğini fark edince dış dünyadan uzaklaşarak dürtünün iç dünyadaki süreçlerine odaklanmıştır. Tabi ki bu hastalarının gerçeği değerlendirme yetisi psikotikler gibi iyice bozulmuş değildi. Bu süreç iki durumu ortaya çıkarmıştır: (1) dış gerçekliğin kişinin iç gerçekliğinin etkisiyle algılandığı; (2) kişinin, olayları mutlak gerçekmiş gibi anlatmasının mümkün olamayacağıdır. Bu çarpıtma, kişinin gerçeği değerlendirme yetisinin düzeyine göre belirlenir.
Gerçeği değerlendirme, gerçeğin öznel deneyimlerindeki değişimlerinden etkilenir. Bu değişimler, psikolojik açıdan zor bir durumda olan (ör. yas tutan, uykusuz kalmış, travma yaşamış, vb.) herhangi bir hastada görülebilir. Bu koşullara göre kişinin durumu değerlendirilir.
Gerçeği değerlendirme yetisi ile
|
Topluluklar kendi gerçekliklerini yarattıkları için gerçekliğin algılanışında kültürler arası farklılıklar olabilir. Farklı kültürden bir psikiyatrist ile hasta karşılaştığında bazen psikiyatrist normal bir durumu psikotik bir durumdan ayırt etmekte zorlanabilir.
Bilişsel İşlevler
Bir kişinin, gerçeği değerlendirme yetisinin düzeyi araştırılırken ilk olarak zekâ düzeyine bakılır. Zekâ düzeyinin düşüklüğü gerçekliğin yorumlanmasını bozar, kişiyi çocuksulaştırır. Daha sonra dikkatin ve bilişsel işlevlerin yerinde olup olmadığı araştırılır. Çünkü bilişsel işlevleri bozan durumlar (ör. Uyuşturucu madde etkisi, beyin tümörü, bunama, vb.) gerçeği değerlendirme yetisini temelden bozarlar.
Bilişsel işlevlerin durumu; yer, zaman ve kişi yöneliminin yani bunların ne kadar gerçekçi bir biçimde tanındığının değerlendirilmesi ile anlaşılır. En kolay zaman, sonra yer daha sonra kişi yönelimi bozulur. Yani önce kişi zamanı karıştırır sonra nerede olduğunu karıştırmaya başlar. Kişi, tanıdığı kişileri karıştırmaya başlamışsa ciddi bir sorun vardır. Benlik gücü yerinde olan birisi fiziksel bir hastalığı yoksa, örneğin uykudan yeni uyandığında zamanı ya da yeri karıştırırsa hızla yönelimini düzeltir.
İç ve Dış Ayırımı
Dikkat kullanılarak, dış dünya araştırılır, taranır ve iç dünyadan gelebilecek gereksinimlerin ve isteklerin karşılanıp karşılanamayacağı değerlendirilir. Zararlı ve zararsız olanlar birbirinden ayrılır (yenebilecekler, içe alınacaklar, sindirilebilecekler, içselleştirilebilecekler, dışarı atılması gerekenler, içeri ve dışarı yansıtılacaklar…). Gerçeği değerlendirme, inkâr ve yansıtmalı özdeşim gibi ilkel savunma mekanizmaları baskınsa bozulur. Penot[1], inkârda kişinin gerçeği değerlendirme ve bütünleştirme görevini yansıtmalı özdeşleşme ile karşısındaki kişiye devrettiğini belirtmiştir. Dürtüleri bastırabilme, kişinin gerçeği değerlendirme yetisini geliştirebilmesine olanak sağlar.
Psikolojik açıdan gerçeği değerlendirmenin temelinde iç ve dış ayrımı yatar. İçeriden gelen dürtü, arzu ve gereksinimler ile dışarıdan gelen algıların ayırt edilmesi, gerçekliğin daha iyi değerlendirilmesini sağlar. Bu sırada dürtüler ayrıştırılabilir ve bastırılabilir olmalıdır.
Gerçeği değerlendirme yetisinin bozulması savunmaları etkiler. İç dünyadan gelen dürtüler yansıtılır ve dışarıdan geliyormuş gibi algılanarak bir motor etkinliğe, sevişmeye ya da saldırmaya yönelim oluşabilir. Gerçekliğin yorumlanması motor etkinliği ve merakın gelişmesini etkiler.
Sanrı ve Varsanı
Dış dünya ile kurulan tüm ilişkiler gerçeği değerlendirme yetisi temelinde düzenlenir. Psikotikler gerçeği değerlendirme yetisini kaybedince ilişkileri ve işlevsellikleri ciddi hasar görür. Sınırda hastalar bu yetilerini zaman zaman kaybedebilirler. Sapkınlar gerçekliğin bir parçasını inkâr ederler. Düşlerde gerçeklik uyku sırasında askıya alınır. Bununla beraber neyin düş neyin gerçek olduğu çocuklara erkenden öğretilir. Sanat ve diğer geçiş alanları, toplulukların gerçeği değerlendirme yetilerini kaybetmeden, hep birlikte gerçekliği bir miktar çarpıttıkları, iç ve dış gerçeklik arasında bir ara alan yarattıkları durumlardır.
Freud’un başlangıçta kullandığı ekonomik yaklaşıma göre normal insanların algı sistemine yaptığı yatırım (yani dış ve iç dünyadan algıladıklarına verdikleri önem ve değer) psikozda geri çekilerek, bastırılmamış, bilinçdışı, arzu yüklü fantezilere yatırılır. Arzular ve fanteziler gerçeklikte algılananlardan daha önemli hale gelir. Psikozdaki kişi içindeki “sanı”yı dışarıda olmadığı halde var sayar ve bunun dışarıda olmadığına inandırılamaz. Sanrıda ise kişi düşüncelerini iç gerçekliğine göre düzenler ve buna inanır. Tasarımların dış dünyada karşılığı yoksa varsanı, düşüncelerin karşılığı yoksa sanrı oluşur.
J.G. Jacobson[2], gerçeği değerlendirme yetisi açısından; kendilik ve nesnenin, iç ve dışın, farklılaşan nesnelerin, farklılaşan kendilik durumlarının, farklı duygulanımsal deneyimlerin ayrıştırılmasının önemini vurgulamıştır. Bu ögeler bir araya gelerek “şimdiki zamanı geçmişten ayırt edebilme yetisini” oluştururlar. Kendilik ve nesne tasarımları bütünleşene kadar, gerçekliği değerlendirmenin parçaları olan bu işlevler bir araya gelip sentezlenemez, bu yüzden geçmiş şimdiki zamana girip karışıklık yaratmaya eğilimli olur. Mesela farklılaşan nesnelerin algılanması yeterince gelişmemişse önemsiz bir nesne, benlikte yaygın duygulanımsal tepkiler başlatan bir uyarıya sebep olabilir.
Psikotik kişilik yapılarının tersine, nevrotik ve sınırda kişilik örgütlenmesi olan hastalar gerçeği değerlendirme yetilerini korurlar. Kimlik dağılması sendromu ve alt düzey savunma düzeneklerinin baskınlığı, yapısal açıdan nevrotik durumların sınırda kişiliklerden ayırt edilmesini sağlar. Gerçeği değerlendirme yetisinin yokluğu psikotik bozuklukların sınırda kişilik örgütlenmesinden ayırt edilmesini sağlar.
Klinik olarak; (1) Varsanılar ve sanrılar yoksa, (2) İleri düzeyde uygunsuz, tanımlanamaz ya da garip duygulanımlar, düşünce içerikleri ve davranışlar yoksa, (3) Günlük sosyal etkileşimler bağlamında hastanın, başkalarınca anlaşılmaz ve uygunsuz olarak gözlemlenen duygulanımlarını, davranışlarını ya da düşünce içeriklerini açıklığa kavuşturmaktaki ve bunlarla eşduyum yapmaktaki yetisi korunmuşsa gerçeği değerlendirme yetisi yerindedir.
Paranoid ve Depresif Konum
Klein’a[3] göre gerçeği değerlendirme yas tutmanın bir parçasıdır. Aynı zamanda yas çalışması, kaybedilen nesneye yatırılmış olan libidonun bağımsızlaşmasını sağlar. Klein, normal yastaki gerçeği değerlendirme ile yaşamın erken dönemlerindeki zihinsel gelişim süreçleri (çocuksu depresif konum) arasında yakın bir bağlantı olduğunu öne sürer. Çocukta, memeden kesilme döneminde ve sonrasında depresif duygular ortaya çıktığını gözlemlemiştir. Meme ile birlikte memenin temsil ettiği sevgi, iyilik ve güvenliğin de yasının tutulduğunu söyler. Klein, bebeğin, annesini kaybetmekten kendini sorumlu tuttuğunu belirtir. Bebek, kendi kontrol edilemez açgözlülüğünün, yıkıcı fantezilerinin ve kötülüğünün sonucunda annesini kaybettiğini düşünür. Tümgüçlülük, gerçekliğin bu biçimde yorumlanmasına neden olur.
Klein[4], yas sürecinde yaşanan ayrılık sonucunda iç ve dış dünyanın ve bu dünyalardaki ilişkilerin yeniden oluşturulmasını ve yeniden bütünleştirilmesini depresif konumdaki çocuğun durumuyla özdeşleştirir. Yas tutabilenler kaybedilen sevgi nesnesini yeniden oluştururlarken ilk sevgi nesneleri yani iyi ebeveynlerini de yeniden tasarımlarlar. Yas tutamayan kişilerin ortak özelliği; iç dünyalarında iyi nesneler oluşturamamış olmaları, iyi nesnelerin paranoid bir tehdit altında olmaları ve bu nedenle iç dünyalarında güvende hissetmemeleridir.
Klein’a göre içselleştirmenin sonrasında, içselleştirilen anne tasarımının gerçekliği dışarıdaki gerçek anneyle değerlendirilir. Bu nedenle çocuğun dış dünyasında neşeli, mutlu ve sevgi dolu ilişkilerinin olmaması, onun nesneye yönelik çifte değerliliğini ve korkularını arttırır, güvenini yıkar ve ümitsizleştirir. Böylelikle yok olma ve dışarıdan zulüm görme kaygıları şiddetlenirken gerçeği değerlendirme yetisi ve benlik gelişimi olumsuz yönde etkilenir.
Yukarıda görüldüğü gibi Klein, gerçeği değerlendirme yetisini anne-çocuk ilişkisi içinde yorumlamıştır. Burada; saldırganlığın, tümgüçlülüğün ve ayrışmanın dinamiklerinin gerçekliğin yorumunu nasıl etkilediği görülmektedir.
Kendiliğin Gerçekliği Değerlendirmedeki Yeri
Gerçeklik hissi dış dünyanın ne kadar gerçek olarak algılandığı; beden ve işlevlerinin ne kadar kendilik ile bir bütün halinde olduğu ile ilgilidir. Gerçeklik hissinin bozulması; depersonalizasyon, derealizasyon, deja vu ve disosiasyon deneyimleri yaratır. Kendiliğin bütünleşik ve bir arada hissedilmesi gerçeklik hissini güçlendirir. Gerçeklik hissi; benliğin gerçekliği nasıl hissettiği, deneyimlediği ve kendilik hissi ile nasıl bütünleştirdiği ile ilgilidir. Kendilikteki patolojilerinde bozulur. Kendilik hissinin niteliğini daha çok dış etkenler belirlerse kişi özgüven duymada dışarıya bağımlı olur (ör. narsisistik kişilik bzk.). Gerçeği değerlendirme yetisi ya da gerçeklik hissi ileri derecede bozuk olanlar psikoterapiye alınmazlar. Gerçeklik hissindeki dalgalanmalar ve bozulmalar terapideki gerileme ile ortaya çıkabilir.
Kendilik gelişiminde “ihtiyacın” ihtiyaç duyulduğu anda anne tarafından karşılanması önemli bir deneyimdir. Winnicott[5] bunun bir tümgüçlülük yanılsaması yarattığını ve aynı zamanda dış gerçekliğin kabulünü sağladığını belirtir. Benliğin dış gerçekliği kabulüne giden bu yol, inkorporasyonu geliştirir ve kendiliği besler. Benlik acıktığında annenin onu beslemesi; kendiliğe değerli, gerçek, canlı, güvende ve zengin bir dünyadaymış gibi hissettirir. Bu açıdan bebeğin kendini “gerçek” hissetmesi gerçeği değerlendirme yetisinin gelişmesini sağlar.
Psikotik hastalardaki dezorganize hal, kendilik ile kendilik olmayanı ayrıt edememe ile yakından ilgilidir. Gelişim sürecinin başlangıcında bebeğin kendiliğindeki birincil bütünleşmemişlik (unintegration) hali annenin bakımı, benlik desteği ve bebeğin içgüdüsel potansiyeli ile bütünleşir. Winnicott[6], kendilikteki bütünleşmemişlik halinin bütünleşmişlik haline evrilmesiyle bir kişileşmenin (personalization) ortaya çıktığını belirtir. Annenin zihninde bebeği bir “kişi” (person, self) olarak bütünleştirmesi ve bebeğine severek bakması ile bebek kendisini bedeninin içinde hisseder. Tüm bu süreçler iç ve dışın ayrışmasına evrilir ve bir gerçekleşme (realizasyon) oluşur.
Benlik, gerçekliği değerlendirme işlevini kendini tanımak üzerinden geliştirir ve yansıtmalı özdeşleşme böylelikle azalır. “Kişi karşısındakini kendinden bilir.” atasözü benliğin kendiliği anlaması üzerinden nesneleri anladığını ifade eder. “Kendini bilmek” deyimi zihinsel işlevlerin yerinde olduğunu, kişinin olgunlaştığını, kendisinin ve çevresinin bilincine vardığını, kendi durumuna ve onuruna yakışacak biçimde davrandığını anlatmak için kullanılır. Kendi gerçekliğini anlamak kişiyi geliştirir.
Winnicott’ın tanımladığı ilkel duygusal gelişimden anlaşılacağı gibi gerçeği değerlendirme yetisi yalnızca ayrıştırma ile değil bütünleşme, bireşim ve benzeştirme süreçleri ile de gelişir. Kendilik veya nesne parçalarının inkârı, dışsallaştırılması ya da görmezden gelinmesi gerçekliğin yorumunu çarpıtır. Örneğin eril parçasını İnkâr eden bir kişi erkekleri “kötü ve saldırgan” görebilir. Ya da erkek tasarımını; saldırgan, yumuşak başlı, anlamayan, sapkın gibi dört parçaya bölebilir. Bu durumlar dış dünyasındaki erkekleri yorumlayışını ve algılayışını bozar.
Benlik, kendilik ve nesne tasarımlarının ayrışması gerçekliği derinleştirir. Yasta benliğin iç ve dış gerçekliği ayırt etme yetisi sayesinde sevilen nesnenin artık var olmadığı anlaşılır ve yas tutulabilir. Kendiliğin nesneden ayrışma süreçlerinin iyi geçmesi gerçeği değerlendirme yetisini güçlendirir. Bu ayrışma aynı zamanda bir özdeşleşme, bütünleşme ve içselleştirmedir.
Suçluluk
Suçluluğun artması bir nevrozun ağırlaştığının belirtisidir. Suçluluk hissi bir düzeye kadar dış gerçeklikle uyum sağlamakta işe yarar. Suçluluk şiddetlendiğinde ise içe kapanma ve iç gerçeklikle uğraşma öne çıkabilir. Depresif nevrozda kişi “kendiliğinin” suçsuz olduğuna inanamayabilir. Hatta ona gösterilen her kanıta karşın kendi savlarını öne sürerek suçluluğunu kabul ettirmeye çalışabilir. Suçluluğun yanında, değersizliğine, sevilmediğine ve yararsız bir insan olduğuna duyduğu inanç gerçek dışı olabilir. Hezeyanlı depresyonda bu düşünceler hezeyan boyutuna gelebilir ve örneğin kişi dünyanın en suçlu insanı olduğuna ve ölürse dünyanın bir pislikten kurtulup rahatlayacağına inanabilir.
Obsesif nevroz da şiddetlendiğinde gerçeği değerlendirme yetisi bozulmaya başlayabilir. Bu sırada yer, zaman ve kişi yönelimi bozulmaz ama kişi takıntısı ile ilgili olarak iç ve dış gerçekliğin arasında durabilir. Örneğin ellerinin pis olmadığını bilir ama pis olduğu ve 7 kere yıkanması gerektiği takıntısından kurtulamaz.
Histerik nevrozda ise ensestiyöz arzuların yarattığı suçluluk cinsel ilişkinin yok sayılmasına neden olabilir. Bunun tipik örneği histerik kadının anneliği kutsal bir makam olarak görürken çocuğa nasıl gebe kalacağını düşlemleyememesidir.
[1] B. Penot, “Denial”, S., International Dictionary of Psychoanalysis, Editor in Chief Alain de Mijolla, Thomson Gale, 2005.
[2] J. G. Jacobson, “Reliving the Past, Perceptual Experience and the Reality-Testing Functions of the Ego”, International Journal of Psychoanalysis 1973, 54:399-413.
[3] M. Klein, Mourning and its Relation to Manic-Depressive States. Int. J. Psycho-Anal., 1940, 21:125-153.
[4] A.g.e.
[5] D. W. Winnicott [1971] “Geçiş Nesneleri ve Geçiş Olguları”, Oyun ve Gerçeklik, Metis Yayınları, Ötekini Dinlemek 2, İstanbul, 1993.
[6] D. W. Winnicott [1945] “ilkel duygusal gelişim”, Çev. Özer, D., Akgün, P. & Mizrahi, S., Psikanaliz Yazıları 23:109-123, 2011.