• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

DEPRESİF KONUM

DEPRESİF KONUM

“Depresif konum” (DK) Klein’a göre çocuğun gelişiminde temeldir ve yaşamın ilk yılının ortalarına doğru deneyimlenen zihinsel bir olgudur. Erken çocukluk dönemi ve yaşam boyunca aralıklı olarak tekrar tekrar gözden geçirilir ve iyileştirilir. Sevilen nesne/anne hakkında nefret dolu duyguların ve fantezilerin fark edilmesiyle ortaya çıkar. Paranoid şizoid konumda (PŞK) iki ayrı parça-nesne olduğu hissedilir; ideal, sevilen ve doyuran; aşağılık, zulmeden ve aç bırakan. PŞK’da ana kaygı kendiliğin hayatta ve bütün kalmasıyla ilgilidir. Depresif konumda kaygı, nesnenin hayatta ve bütün olarak kalmasıyla ilgilidir.

Sevilen ve nefret edilen nesne parçalarının bir araya gelmesine katlanılabiliyorsa, kaygı bütün bir nesne olarak ötekinin refahına ve hayatta kalmasına odaklanmaya başlar. Pişmanlık içeren bir suçluluk ve nesne için üzülme ortaya çıkar ve sevgi derinleşir. Nefret nedeniyle kaybedildiği ya da zarar gördüğü hissedilen nesne için duyulan özlemle birlikte onarma dürtüsü gelişir. Benlik kapasiteleri genişler ve dünya daha zengin ve gerçekçi bir şekilde algılanır. Artık daha gerçek ve ayrı olarak hissedilen nesne üzerindeki tümgüçlü kontrol azalır. Olgunlaşma bu nedenle ayrışma temelinde yaşanan kayıplar ve yaslar ile yakından bağlantılıdır. Ötekinin kendinden ayrı olarak tanınması ötekinin ilişkilerini de kapsar; böylece ödipal durumun farkındalığı kaçınılmaz olarak depresif konuma eşlik eder. Ortaya çıkan depresif kaygı ve acı, manik ve saplantılı savunmalarla ve paranoid-şizoid konumun bölünme ve paranoyasına geri çekilmeyle karşılanabilir. Savunmalar geçici olabilir veya katı bir şekilde yerleşebilir, bu da depresif konumla yüzleşilmesini ve depresif konumun derinlemesine çalışılmasını engeller. Bunun en önemli etkeni üçüncü kişinin ya da alanın olmamasıdır.

Yaşamın herhangi bir evresinde, dış ve iç nesnelerin nefret dolu saldırılar ile hasarlandığı hissedildiğinde duyulan suçluluk ve yas deneyimi depresif konuma geriletebilir. Bu gerileme normal yastan şiddetli depresyona kadar değişen bir yelpazede yaşanabilir.

Konuyla ilgili makaleler

1927 Klein, M. “Normal çocuklarda suç eğilimleri”. Saldırgan eylemlerden sonra çocuklarda suçluluğa ilişkin ilk gözlemler.

1929 Klein, M. “Bir sanat eserine ve yaratıcı dürtüye yansıyan çocuksu kaygı durumları”. Saldırı korkusundan sevilen nesne için duyulan korkuya geçiş gözlemlenmiştir. Onarımdan ilk kez bahsediliyor.

1932 Klein, M. Çocukların Psikanalizi. İyi nesneyi korumak için bölme; yüceltmede “onarım’ın önemi.

1933 Klein, M. “Çocukta vicdanın erken gelişimi”. Süperegonun doğasında intikamcıdan suçluluk ve ahlaki duyguyla ilgili olana doğru değişim.

1935 Klein, M. “Manik depresif konumların psikogenezine bir katkı”. Depresif konumun ilk açık anlatımı.

1940 Klein, M. “Yas ve manik-depresif konumlarla ilişkisi”. Daha net ve daha gelişmiş bir açıklama.

1945 Klein, M. “Erken dönem kaygıların ışığında Oedipus kompleksi”. Depresif konum ve Oedipus kompleksi arasında kurulan önemli bağlantı.

1946 Klein, M. “Bazı şizoid mekanizmalar üzerine notlar”. Paranoid-şizoid konumun tanıtılması ve iki konumun daha net bir şekilde tanımlanması.

KRONOLOJİ

Öncüller

1927’den itibaren depresif konum kavramının öncülleri, Klein’ın çocuk hastalarda saldırganlık sonrasına ilişkin klinik gözlemlerinde belirgindir:

Örneğin küçük Gerald, şefkatle emzirdiği ve sık sık bandajladığı küçük bir oyuncak bebeğe sahipti. Bu bebek, katı süperegosuna göre henüz annesinin karnındayken sakatladığı ve hadım ettiği küçük kardeşini temsil ediyordu. (Klein, 1927, s. 173)

Sadizmini, görünüşe göre herhangi bir engelleme tarafından kontrol edilmeyen bu fantezilerde harcadıktan sonra (tüm bunlar iyi bir analiz yaptığımızda ortaya çıktı), tepkisi derin depresyon, endişe ve bedensel tükenme şeklinde ortaya çıkıyordu. (Klein, 1929a, s. 200)

1929’da kaygının niteliğinde saldırı korkusundan nesnenin güvenliği için korku duymaya doğru bir değişim gözlemler. Onarım kavramı da ilk kez bu makalede ortaya atılmıştır:

Gelişimin daha sonraki bir aşamasında; korkunun içeriği saldırgan bir anneden, gerçek ve sevgi dolu annenin kaybedilebileceği ve kızın yalnız ve terk edilmiş bırakılacağı korkusuna dönüşür. (Klein, 1929b, s. 217)

Diğer önemli öncüller 1932’de (The Psychoanalysis of Children) ortaya çıkar. “Obsesyonel nevroz ve süperegonun erken evreleri arasındaki ilişkiler” bölümünde Klein, iyi bir nesneyle ilişkiyi korumak ve “onu kendi sadist dürtülerinden korumak” için anne imago”sunun bölünmesinin önemine atıfta bulunur (s. 153). “Telafi edici” (daha sonra onarıcı olarak adlandırılacak) dürtülerin süblimasyonda temel olduğunu belirtir (s. 154). Klein 1932”den itibaren Freud’un yaşam ve ölüm dürtüsü ikiliğini libidinal ve yıkıcı dürtüler arasındaki çatışmayı kavramak için kullanmaya başlar.

Daha sonra Klein (1933) “Çocukta vicdanın erken gelişimi” adlı kitabında kaygı ve suçluluk arasında ayrım yapar ve bir pasajda (s. 254) neredeyse depresif konumu tanımlar.

DEPRESİF KONUM

Depresif konumun ilk açık tanımı Klein’ın 1935 tarihli “Manik-depresif konumların psikogenezine bir katkı” makalesinde yer alır. Klein, fantezi ve gerçeklik arasındaki etkileşimi merkeze koyar. Dış ebeveyn, bir parça-nesne yerine bir bütün nesne olarak deneyimlenene kadar giderek daha gerçekçi bir biçimde içe yansıtılır. Benlik bu bütün nesneyle özdeşleştikten sonra çifte değerlikli bir şekilde ona ihtiyaç duyar. Nefret edilen yönlerine fantezide daha önce yapılan vahşi saldırılar hakkında pişmanlık ve suçluluk ortaya çıkar.

1940”ta “Yas ve manik-depresif konumlarla ilişkisi”nde, kayıp ve yas ile bağlantısına daha fazla vurgu yaparak depresif konumun daha net ve eksiksiz bir açıklamasını yapar. Klein (1945) daha sonra “The Oedipus complex in the light of early anxieties” adlı çalışmasında depresif konum ile Oedipus kompleksi arasında önemli bir bağlantı kurar.

Klein’ın gelişim, depresyon ve yas arasındaki temel bağlantıları kavramasına yol açanın 1934’te bir oğlunu kaybetmesinin ardından yaptığı öz analizdir. Bu bağlantılar ilk olarak 1935’te belirtilmiş ve 1940’ta daha da geliştirilmiştir. Sürecin temel özellikleri burada, hasta Bayan A”nın yasında otobiyografik olarak temsil edilmektedir ve Klein’ın yası takiben kendi yaratıcı dalgalanması, hakkında kuram geliştirdiği sürecin bir örneği olarak görülebilir.

ANAHTAR FİKİRLER

Depresif konumda yer alan süreçler birkaç başlık altında ele alınabilir.

  • Nesneye yönelik sevgi ve ilgiye yapılan yeni vurgu

Klein erken dönem çalışmalarında nefret ve saldırganlığın değişimlerini ve bunun sonucunda kötü, zulmeden nesnelerle uğraşmak zorunda kalmanın getirdiği sorunları vurgular. 1935”ten itibaren sevgi ve iyi nesnelerin önemi giderek daha fazla ön plana çıkar. Temel mücadele artık iyi içsel nesneyi korumak, onarmak ve güvenli bir şekilde tesis etmektir. Misilleme korkusu ve “çıkar için sevme” değişerek ve olgunlaşarak nesneye, yani nesnenin iyiliğine duyulan sevgiye ve gerçek ilgiye dönüşür - nesnenin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önüne koyma becerisi gelişir.

Gelişimsel olarak bu sevme ve ilgilenme becerisi kendiliğin bütünlüğü ve istikrarı için gereklidir; bireyin kişiliğinin içinde iyi, istikrarlı ve yardımsever bir figüre ihtiyacı vardır. İçeride ikamet ettiği hissedilir, sevildiği hissedilir ve bireyin tüm kimliğinin etrafında şekillendiği temel birincil özdeşleşmeyi oluşturacak kadar yakından sevilir. Ebeveynlerin makul ölçüde iyi olduğunu varsayarsak, “iyi iç nesne” başlangıçta çok idealize edilmiş bir anne memesidir veya annenin bir yönüdür. Bu istikrarsızdır çünkü dış gerçeklikte nispeten temelsizdir, ancak bölünme, yansıtma, içe atma ve yeniden bütünleşme döngüleri ilerledikçe, nesne deneyimi daha gerçekçi ve istikrarlı hale gelir ve nihayetinde sadece memeye veya anneye değil, babaya ve seven ve sevilen ödipal çifte dayanır.

Bu gelişim, hem iç hem de dış olumlu koşulların karşılıklı etkisine bağlıdır. Çok fazla hayal kırıklığına uğramadan sevgi dolu bir şekilde bakılmak hayati önem taşır. Klein için aynı derecede hayati olan bir diğer şey de yapısal faktörlerdir; bebeğin hayal kırıklığını tolere edebilecek belirli bir kapasiteye ve nefret ve yıkıcılığa yönelik kaçınılmaz eğilimlerine ağır basan doğuştan gelen bir sevgi kapasitesine ihtiyacı vardır:

. . . Bu nedenle [içsel iyi meme] kaygıya karşı temel bir güvence kaynağıdır; içteki yaşam dürtüsünün temsilcisi haline gelir. Ancak iyi nesne bu işlevleri ancak zarar görmemiş bir durumda olduğu hissedilirse yerine getirebilir ki bu da ağırlıklı olarak haz ve sevgi duygularıyla içselleştirildiği anlamına gelir. Bu tür duygular, emme yoluyla hazzın dış ya da iç faktörler tarafından nispeten bozulmamış olduğunu varsayar. (Klein, 1952, s. 67)

Klein’ın son çalışmalarında haset, iyi nesnenin kişiliğe güvenli bir şekilde entegre edilebilme derecesini etkileyen önemli bir yapısal faktör olarak ortaya çıkmaktadır.

  • Zulüm kaygısı ve depresif kaygı (suçluluk) arasındaki ayrım

Freud, “suçluluk duygusunun ölümcül kaçınılmazlığını” (Freud, 1930, s. 132), yaşam ve ölüm dürtülerinin bir arada var olmasının neden olduğu kararsızlık ve çatışmadan kaynaklandığını anlatır. Freud’un bu erken dönem içgörüsü, Klein’ın depresif konum fikrinin habercisidir. İyi ve kötü nesnelerin bütünleşmesi başladığında, ortaya çıkan duygular ham korkudan kayıp, suçluluk ve içsel sitem gibi daha farklılaşmış duygulara kadar çeşitlilik gösterir. Bu deneyimler, sütten kesme sırasında memenin kaybedilmesi ya da sıradan hastalıklar veya bakıcının yokluğu gibi gerçek kayıplarla çakıştığında keskinleşir.

Klein’ın erken dönem yazılarında “kaygı ve suçluluk duygusu”ndan söz edilir, ancak 1935”e gelindiğinde zulüm kaygısı ile depresif konumla ilişkili olan ve artık “depresif kaygı” olarak adlandırdığı suçluluk duygusu arasında net bir ayrım yapar. Zulüm kaygısı kendilik için duyulan korkudur; depresif kaygı ise sevilen nesnenin hayatta kalması için duyulan korkudur. Kavramsal olarak farklı olsalar da, bunlar uygulamada sıklıkla birbirine karışır. Nesne için duyulan korkuya genellikle bağımlı kendiliğin kaderi için duyulan korku eşlik eder ve suçluluk endişesine misilleme saldırısına yönelik korku eşlik edebilir. Klein’ın vurguladığı gibi, iyi nesne Benliknun özü olduğu için, nesne için duyulan endişe doğası gereği kendine hizmet eden bir unsura sahip olmalıdır.

Depresif konum deneyimindeki derecelenmeler de kaçınılmazdır; depresif konumla ilk karşılaşmalar daha parçalı ve zulmedici olup daha sonraki deneyimlere kıyasla sürdürülmesi daha zordur. Klein’ın yazılarında depresif anksiyetenin niteliği ve niceliğine ilişkin tanımlamalar bir spektrum boyunca farklılık gösterir. Bir uçta, sevilen nesnenin parçalara ayrıldığı ve derin bir umutsuzluk hissinin yaşandığı korkunç, harap bir dünya resmi vardır:

. . ancak Benlik nesneyi bir bütün olarak içe yansıttığında ... sadizminin ve özellikle de yamyamlığının yarattığı felaketin tam olarak farkına varabilir ... O zaman Benlik kendisini sevdiği nesnelerin çözülme halinde -parçalar halinde- olduğu psişik gerçekliğiyle karşı karşıya bulur ve bu farkındalıktan kaynaklanan umutsuzluk, pişmanlık ve kaygı sayısız kaygı durumunun temelini oluşturur. (Klein, 1935, s. 269)

Spektrumun diğer ucunda, tekrarlanan yansıtma ve yeniden içe atma döngülerinin ve giderek daha gerçekçi bir iç nesnenin kurulmasının ardından, depresif acı ötekinin ayrılığının farkına varmaya dönüşür. Klein’ın kendi çalışmalarında örtük olan bu durum, daha sonraki yazarlar tarafından açık hale getirilmiş ve detaylandırılmıştır. Kişi, örneğin annesinin, kendisini dışlayan kendi ayrı ilişkilerine, hatta kendi zihnine ve özel düşüncelerine sahip olduğunu bilir. Esasen ödipal durumun en geniş anlamıyla algılanması olan bu farkındalık, daha keskin bir ihtiyaç, bağımlılık ve kayıp duygusuna ve tümgüçlülük halinin daralmasına neden olur. Aynı zamanda haset ve kıskançlığa da yol açması muhtemeldir. Bu unsurları deneyimlemek zordur ve depresif konuma karşı savunmalara yol açmaları muhtemeldir.

  • Sevgi ve nefretin bütünleşmesine dayalı olarak parçadan bütüne veya bütün nesnelere geçiş

Klein’ın parça-nesneler teorisi, Abraham’ın (1924) “kısmi aşk” teorisinin geliştirilmiş halidir. Abraham”a göre, Freud’un birincil narsisizmi ile nesnenin ayrı bir bütün olarak ilişkilendirildiği olgun “nesne-sevgisi” arasında aşamalar vardır. Bu aşamalar arasında, nesnenin fantezide yamyamca inkorpore edildiğini düşünür, ancak sadece kısmen - genellikle sadece meme veya penis. Bu çifte değerliliği ifade eder: nesne bir yönden sadece ihtiyaçları karşılamak için orada bulunan bir şey olarak acımasızca muamele görür, ancak başka bir yönden bağışlanır. Abraham sevgi ve şükranı yalnızca son “nesne-sevgisi” aşamasına ait olarak görür. Klein”a göre, birincil narsisizm aşaması yoktur ve parça-nesneler ilk andan itibaren tutkuyla sevilebilir ve nefret edilebilir. Bununla birlikte, yansıtılan fantezi tarafından büyük ölçüde çarpıtıldıkları için, sevginin temeli tanımı gereği kısmen narsisistiktir.

Klein, erken dönemdeki bebeğin, basit bir olgunluk eksikliği nedeniyle nesneleri bir bütün olarak bilişsel ve algısal olarak algılayamadığını düşünür. Bebek ilk başta, nesnesinin olumlu ve olumsuz niteliklerini birbirinden ayrı tutmak için bu olgunlaşmamışlığı “kullanır”. Klein bunu bu erken aşamada duygusal bir gereklilik olarak görür. Dolayısıyla, Klein”a göre anne, meme gibi farklı anatomik parçalar ve aynı zamanda iyi (memnuniyet verici) veya kötü (sinir bozucu) olan farklı yönler veya varlıklar şeklinde algılanır.

Gelişim ilerledikçe, Klein’ın teorisine göre bebek yaklaşık 4 aylıktan itibaren insanları hem anatomik hem de duygusal olarak bütün veya “eksiksiz” nesneler olarak deneyimlemeye başlar. Nesneler artık bebeğin projeksiyonlarıyla ezici bir şekilde dolmak yerine daha gerçek hale gelir.

Bilişsel olgunlaşmamışlıktan kaynaklanan bütünleşmeme, aktif Benlik mekanizması olan iyi ve kötü olarak ikiye ayırmadan farklıdır. Klein erken aktif bölünmenin iyi bir deneyimi korumanın bir yolu olduğunu, sevgiyi ve iyi nesneyi bebeğin sadizminden ve kötü nesneden koruduğunu öne sürer. Nesne ilişkileri hem kendiliği hem de nesneyi içerdiğinden, kendiliğin kaçınılmaz olarak nesneyle birlikte bölünmesi gerektiğini düşünmektedir. Klein, bölünme süreçlerinin nasıl aşamalı olarak değiştiğini anlatır:

Gelişimin bu aşamasında dışsal ve içsel, sevilen ve nefret edilen, gerçek ve hayali nesnelerin birleştirilmesi öyle bir Şekilde gerçekleştirilir ki, birleştirmedeki her adım imgelemde yeniden bir bölünmeye yol açar. Ancak, dış dünyaya adaptasyon arttıkça, bu bölünme giderek gerçeğe daha da yakınlaşan düzlemlerde gerçekleştirilir. Bu, gerçek ve içselleştirilmiş nesnelere duyulan sevgi ve onlara duyulan güven iyice yerleşene kadar devam eder. (Klein, 1935, s. 288)

Bütün nesne, parça-nesneden daha karmaşıktır. Anne ya tamamen iyi niyetli ya da tamamen düşmanca olmaktan çıkıp, daha gerçekçi bir şekilde karışık niyetlere sahip olarak algılanmaya başlar. Anneyle kurulan bu yeni ilişki depresif konumun merkezinde yer alır. Daha önce açgözlü, zarar verici taleplere maruz kalan “iyi” anne böylece “kötü” anneye dönüşmüştür. Bir zamanlar bütün bir nesne olarak deneyimlenen anne, taleplerden zarar gören iyi bir nesne olarak görülmeye başlanır ve böylece bebek için yeni acı ve sorumluluk deneyimleri ortaya çıkar.

Klein, depresif konum fikrini bir kez kavradığında, yaşam dürtüsünü iyi kendilik/benlik (iyi nesne ilişkisi) ve ölüm dürtüsünü kötü  kendilik/benlik (kötü nesne ilişkisi) ile ilişkilendirir. Ayrıca, bu türden sıradan sağlıklı ikili bölünmeyi, genellikle haset veya misilleme korkusu yoluyla iyi ve kötü nesnenin saldırıya uğradığı ve parçalandığı patolojik bölünme veya parçalara ayırmadan farklılaştırmaya başlar. Bu tür duygusal hasarların onarılması çok zordur.

  • Kayıp ve yasın gelişimdeki merkezi önemi

Klein’ın depresif konum kavramı, Freud (1917) ve Abraham’ın (1924) melankoli ve “sevilen nesnenin kaybı korkusunun” insan deneyiminde sahip olduğu önem hakkındaki keşiflerinden kaynaklanmaktadır. Freud, yası, aşırı çifte değerliliğin içsel bir nesneyle anormal ve zulmedici bir ilişki kurduğu, kayba karşı melankolik bir tepkiyle karşılaştırır. Freud, “Yas ve melankoli”de yas tutmanın, daha doğrusu yas tutma kapasitesinin kişiliği zenginleştirdiği anlayışına teorik bir yer bulamamış olsa da, “Geçicilik üzerine”de (Freud, 1916) buna kısaca değinir; burada neredeyse Klein’ı öngörerek, yas tutma, kayıp ve suçluluk duygusuna katlanma kapasitesinin nasıl Benliknun bir başarısı olarak görülebileceğini, estetik derinlik ve haz getirdiğini anlatır. Abraham, yas ve melankolinin aynı olgunun parçası olduğunu kabul eder ve Klein melankolinin sevgiden çok nefrete, yasın ise nefretten çok sevgiye eğilimli olduğunu belirtir.

Klein 1935 tarihli makalesinde depresif konumun başlangıcını gerçek bir kayıpla, sütten kesilme sırasında memenin kaybedilmesiyle ilişkilendirmektedir. Bunu, bebeğin gelişimsel olarak bir kaybı (dış memenin ve onun iç karşılığının) kendi açgözlü veya nefret dolu saldırılarıyla ilişkilendirebildiği ilk zamanlardan biri olarak görür. Bunun depresif konumun tetikleyicisi olduğunu ima ettiği düşünülebilir. Daha sonraki çalışmalarda bu durum tam tersidir; nesne ancak bir bütün olarak deneyimlendiğinde gerçekten kayıp olarak deneyimlenebilir. Nesne bir bütün olarak deneyimlenmeden önce, yokluk değerli bir şeyin kaybı olarak değil, kötü bir şeyin varlığı olarak deneyimlenir. Depresif konumda deneyimlenen kayıplar yalnızca memenin kaybı gibi somut kayıplar değil, aynı zamanda her şeye kadir olmanın kaybı ve ideal meme ya da anneyle mutlu ve ayrıcalıklı bir ilişki fantezisinin kaybıdır.

Klein, çocukluktaki depresif konumu yetişkin yas durumlarıyla karşılaştırır. Yaşamın herhangi bir evresindeki yas hakkında radikal yeni bir öneride bulunur, yani çocukluğun içsel iyi nesnelerinin kaybı da dahil olmak üzere çocukluktaki depresif konumun yeniden deneyimlenmesini ve ardından bunları yenilemek ve eski haline getirmek için acı verici bir çalışmayı içerir (Klein, 1940).

Freud melankoliği vazgeçilemeyen bir nesneyle içsel olarak yüklenmiş olarak görürken, yas tutan kişi nesneyi bırakmayı başarır ve böylece yeni bağlılıklar oluşturabilir. Klein’ın daha karmaşık iç dünya anlayışı, yas tutan kişinin kaybettiği sevilen nesneyi içsel olarak, daha gerçek ve ayrı bir biçimde eski haline getirebildiği, Benlikyu yeni bağlılıklar oluşturma görevinde tüketmek yerine güçlendirdiği bir görüşe izin verir. Yas böylece gelişim için gerekli ve üretken hale gelir:

Böylece yas tam anlamıyla yaşanırken ve umutsuzluk doruk noktasındayken, nesneye duyulan sevgi artar ve yas tutan kişi içeride ve dışarıda hayatın her şeye rağmen devam edeceğini ve kaybedilen sevilen nesnenin içeride korunabileceğini daha güçlü bir şekilde hisseder. Yasın bu aşamasında acı çekmek üretken hale gelebilir. Her türden acı verici deneyimin bazen yüceltmeleri teşvik ettiğini, hatta bazı insanlarda yepyeni yetenekler ortaya çıkardığını biliyoruz. . . Bazıları da insanları ve nesneleri takdir etme konusunda daha yetenekli hale gelir, başkalarıyla ilişkilerinde daha hoşgörülü olurlar - daha bilge olurlar. . . . Öyle görünüyor ki, yas sürecindeki her ilerleme, bireyin içsel nesneleriyle olan ilişkisinde derinleşmeyle sonuçlanır. (Klein, 1940, s. 360)

  • Anahtar kavram: onarım

Klein klasik teoriye olan bağlılığını gevşettiğinde, yüceltmeye yaptığı ilk vurgu yerini yeni bir düşünce olarak onarıma bırakır. Yüceltme, libidinal ve agresif dürtülerin daha sembolik faaliyetlere yapıcı bir şekilde yeniden kanalize edilmesini içerir. Bazı yüzeysel benzerliklere rağmen, onarım bundan farklıdır ve altta yatan düşmanca dürtülere karşı bir savunma olan tepki oluşumundan daha farklıdır.

Klein onarım sözcüğünü ilk kez 1929b”de “Bir sanat eserine ve yaratıcı dürtüye yansıyan çocuksu kaygı durumları” başlıklı makalesinde nesneye yönelik hayali saldırılarla ilişkili olarak kullanır. Bazen “restitution” ve “restoration” kelimelerini “reparation” kelimesiyle birbirinin yerine kullanır. Gerçek onarım depresif konumun ayrılmaz bir parçasıdır. Kayıp ve hasarla yüzleşmeyi ve nesneleri içten ve genellikle dıştan onarmak ve restore etmek için çaba sarf etmeyi içerir. Bu genellikle, örneğin rüyalarda, inşaat ve diğer yaratıcı faaliyetlerle sembolize edilir.

Klein, çocuk hastalarında en yıkıcı ve sadist dürtülerin yanı sıra sevgi dolu ve onarıcı dürtülerin gücünden etkilenmiştir. Bununla birlikte Klein, bebeklerin ve küçük çocukların (ve bazı yetişkinlerin) ne gerçekte ne de fantezide, tümüyle tümgüçlü olmayan yollarla onarma imkanına sahip olmadıklarının farkındadır. 1935”te depresif konumun normal gelişiminin bir parçası olarak “manik” ve “obsesyonel” konumları ve bunlara eşlik eden onarım türlerini varsayar. Ayrıca geçici manik evrelerin yasın olağan bir parçası olduğunu ve kayıp nesneden ilk ayrılmaya yardımcı olduğunu belirtmiştir. Manik ve obsesyonel onarım kısmi çözümler sağlar, ancak kaçınılmaz olarak bir dereceye kadar zafer ve sadizm içerir, daha fazla suçluluk ve/veya misilleme korkusu riski taşır. Bir uçta daha tümgüçlü ve daha az istikrarlı olandan diğer uçta daha az tümgüçlü ve daha istikrarlı olana doğru bir onarıcı faaliyetler yelpazesi düşünebiliriz. Benlik işlevleri geliştikçe ve benlik becerikli hale geldikçe, tümgüçlülük yanılsamasına gereksinim azalır.

Onarım, savunmacı (manik veya saplantılı) yollarla gerçekleştirildiğinde, onarım bir dereceye kadar eksik, kendini aldatıcı ve tümgüçlüdür. Manik onarım geniş kapsamlı ve her şeye kadirdir, suçluluk ve acıdan kaçınır ve ayrı olmayan ancak fantezide sahip olunan ve aşağılanan bir nesneyi sihirli bir şekilde restore etmeyi içerir. Obsesyonel onarım eylemleri, nesne üzerinde devam eden kontrol ve ona karşı çifte değerliliğin işaretlerini taşırlar. Onarımın yaratıcı ve düşlemsel faaliyetinin aksine, büyülü tersine çevirme veya yapma bozma içerirler. Hem manik hem de saplantılı onarımda içsel anne-baba çiftinin bir araya gelmesi fantezide engellenirken, uygun onarımda serbest bırakılır ve bir araya gelmelerine izin verilir.

Normal gelişimde, bebeğin büyüyen kapasiteleri diğerine “verme”yi deneyimleyebileceği anlamına geldiğinde erdemli bir döngü ortaya çıkar. Bebek giderek hem nesnelerine hem de onarıcı güçlerine daha fazla güven duymaya başladıkça tümgüçlülük azalır. (Klein, 1952, s. 75)

Dış dünyada onarım çoğu zaman tamamen ya da kısmen imkansızdır; çocuğun çevresi üzerinde sınırlı kontrolü vardır. Yetişkin ise artık düzeltilemeyecek geçmiş hatalarından pişmanlık duyabilir ya da çevresindeki kişileri değiştiremeyeceğini anlar. Bu nedenle onarımın çoğu, onarılamayacak hasarın üzücü bir şekilde kabul edilmesi de dahil olmak üzere, içsel bir biçim almalıdır.

Gerçek onarım noktasında, kişi kayıp, suçluluk ve saldırılarının sorumluluğunu hisseder. Suçluluk ve sorumluluğun yanı sıra başka olumlu güçler de ortaya çıkar: sevgi, empati ve nesne için bir miktar fedakarlık yapma arzusu. İçsel iyi nesne onarılıp güçlendirildikçe, benliğin yakından özdeşleştiği nesne ile ilişkideki kendilik de onarılır.

  • Gelişim sırasında ahlaki duygunun ortaya çıkışı ve gelişimi

Klein, paranoid-şizoid ve depresif konum kavramlarını ortaya atarak, süperegonun gelişimini ve iki farklı ahlak türü arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Paranoid-şizoid konumun toptan bölünmesi ve yansıtılmasıyla yapılandırılan dünyasında hasta, iyi sevgi dolu kendiliği ve iyi (kısmen) nesneyi, (reddedilen ve yansıtılan) saldırgan ve nefret eden kendiliği de içeren kötü zalimlerden korumak için mücadele etmelidir. Slogan “öldür ya da öldürül” şeklindedir. Freud, Oedipus kompleksinin çözümünde ebeveyn sevgisinin öneminin farkında olsa da, bu dönemde süperegonun oluşumunu sağlayan kastrasyon korkusu paranoid bir tona sahiptir. (ilkel baba ve mafya)

Klein’ın depresif konum kavramı; paranoyak korkulara değil, kendiliğin içinde ve dışında sevilen nesnelere gerçekte ve fantezide verilen yaralardan kaynaklanan depresif suçluluğa dayanan bir ahlakı gerektirir. Klein’ın sözleriyle:

Çocuğun sevdiği ve en çok ihtiyaç duyduğu insanları kaybetme korkusu, zihninde yalnızca saldırganlığını dizginleme dürtüsünü değil, aynı zamanda fantezide saldırdığı nesneleri koruma, onları düzeltme ve yaralanmaları onarma dürtüsünü de başlatır. . . . Erken dönemdeki iyi ve kötü anlayışına şimdi bir şey daha eklenmiştir: “İyi” olan, nefretinin tehlikeye attığı ya da nefretinden zarar gören nesnelerin korunması, onarılması ya da yeniden yaratılması haline gelir; “Şeytanlık” ise kendi tehlikeli nefreti haline gelir. (Klein, 1942, s. 321)

Klein, Anna Freud’un aksine, en başından beri çocuk hastaları üzerinde herhangi bir ahlaki ya da eğitici baskı uygulamaktan kaçınır. Bunun yerine, paranoid ve depresif zihin durumlarını ve bunlara karşı savunmaları analizde ortaya çıktıkları şekliyle araştıran analitik çalışmanın, doğal olarak depresif konum ahlakının ortaya çıkmasına yol açtığını gözlemler. Zamanla, endişe, onarım ve bağışlama için daha bütünleşik kapasiteler, sevginin nefrete üstünlüğü ve ötekiyle empati kurma yeteneği gelişir.[2]

  • Depresif konumun yaşanmasına karşı savunmalar

Depresif konumdaki suçluluk ve kayıp, katlanılması zor duygusal acılar içerir. Nesneye verilen zararın algılanma derecesi çok büyük ve/veya öznenin kapasitesi yetersiz olabilir; tüm nesnenin özgürlüğü ve ayrılığı üzerine düşünmek de dayanılmaz kıskançlık ve hasede yol açabilir. Bu, depresif konumun istikrarsız ve değişken olduğu bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde olağan bir tepkidir, ancak gelişim ilerledikçe benliğin, depresif konumun acısına katlanma ve sürdürme kapasitesinin artması beklenir.

Yukarıda açıklana manik savunmalarla birlikte Klein, depresif konuma karşı obsesyonel savunmaları tanımlar. Bunlar nesneyi onarmayı amaçlayan tekrarlayan eylemleri içerir. Nihayetinde başarısız olurlar çünkü nesne fantezide tümgüçlü ve çok kontrolcü bir şekilde ele alınmaktadır. Dolayısıyla “onarım” daha fazla suçluluk ve zulüm döngüsüne yol açacak sadizm unsurları içerir. Manik savunmalar gibi, obsesyonel savunmaların da depresif deneyimleri uzak tutmak için sürekli olarak yenilenmesi gerekir, dolayısıyla her ikisinin de tekrarlayıcı doğası vardır.

Klein depresif konumun “derinlemesine çalışılması”ndan bahsetmiştir ve bu kavram günümüzde teknik bir kavrama dönüşmüştür. Bununla birlikte, Likierman’ın (2001) açık bir şekilde ifade ettiği gibi, “derinlemesine çalışmak” Klein’ın aklındaki depresif konumun yıkıcı çocuksu versiyonlarıyla ilişkilidir.

Klein”a göre depresif konum, bebeklik nevrozunun çözülmesiyle birlikte 5 yaş civarında az çok “aşılır”, ancak daha sonra özel durumlarda, tipik olarak kayıp ve yas zamanlarında tekrar ziyaret edilir.

Depresif konumla başarılı bir şekilde derinlemesine çalışmak, kişiliğin içinde ve dışında bulunan çeşitli faktörlerin etkileşimine bağlıdır:

  1. İlk olarak, bebeğin ufku genişledikçe ve hem fiziksel hem de duygusal olarak çevresini daha fazla algılayabildikçe bütünleşmeye yönelik olarak ilerleyen doğuştan gelen bir gelişimsel itki vardır.
  2. İkincisi, engellenmeye dayanma kapasitesi ve yapısal hasedin görece eksikliği gibi kişilik faktörleridir.
  3. Son olarak, çevrenin, özellikle de annenin gerçek doğası, bebeğin depresif konumla yüzleşmesini sağlamada çok önemlidir.

Klein, çevreyi görmezden gelmek yerine, çevrenin nasıl ve neden bu kadar etkili olduğunu göstermeye çalışmaktadır:

Bebeğin annesiyle ilişkisinde yaşadığı tüm keyifler, onun için dışarıda olduğu kadar içeride de sevilen nesnenin yaralanmadığının, intikamcı bir kişiye dönüşmediğinin pek çok kanıtıdır. Sevgi ve güvenin artması ve mutlu deneyimlerle korkuların azalması, bebeğin adım adım depresyonunu ve kayıp duygusunu (yas) aşmasına yardımcı olur. İç gerçekliğini dış gerçeklik aracılığıyla test etmesini sağlarlar.

. . . Hoş olmayan deneyimler ve keyifli deneyimlerin eksikliği . . kararsızlığı artırır, güveni ve umudu azaltır ve içsel yok oluş ve dışsal zulümle ilgili endişeleri teyit eder. (Klein, 1940, s. 346-347)

Gerçek deneyimlerdeki farklılıklara ek olarak, Klein”a göre bireyler, ideal ve dehşet verici fantezilerini değiştirmek için deneyimlerinden ne kadar yararlanabilecekleri konusunda yapısal olarak farklılık gösterirler. Klein 1950”lerde haset olgusunu ve hasedin depresif konumla başa çıkmadaki zorlukları artırmadaki rolünü araştırır.

  • Depresif konum ve Oedipus kompleksi arasındaki bağlantı

Klein, depresif konum ile Oedipus kompleksinin başlangıcının kronolojik olarak birbiriyle yakından bağlantılı olduğunu ve aynı zamanda birbirini etkilediğini gözlemlemektedir. Örneğin, sevgiyi “iyi” ebeveyne ve nefreti “kötü” diğer ebeveyne tahsis ederek yeni bir bölünme fırsatından yararlanmak, depresif konumda karşılaşılan kararsızlığın acı verici sorununu geçici olarak çözebilir. Bununla birlikte, diğer ebeveynin ortaya çıkan önemi sorunsuz değildir:

Her iki cinsiyette de, birincil sevilen nesne olan anneyi kaybetme korkusu - yani depresif kaygı - ikame ihtiyacına katkıda bulunur. Bebek bu ihtiyacını karşılamak için ilk önce, bu aşamada da tam bir kişi olarak introjekte edilen babaya yönelir.

. . . Ancak aynı zamanda yeni çatışmalar ve kaygılar da ortaya çıkar, çünkü Oidipus’un ebeveynlerine yönelik arzuları haset, rekabet ve kıskançlık yüklüdür. Bununla birlikte artık hem nefret edilen hem de sevilen iki kişiye karşı yaşanırlar. (Klein, 1952, s. 79-80)

Klein, ebeveynleri birbirleriyle ilişkisi olan ayrı bireyler olarak algılamaya doğru ilerlemenin hem bir rahatlık ve güvenlik kaynağı hem de kıskançlık ve yoksunluk duygularının kaynağı olduğunu söyler.  Oedipus kompleksi ile depresif konum arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğüne dair en kapsamlı açıklamasını da aynı makalede (Klein, 1952) vermektedir:

Bebeğin zihinsel yaşamında önemli bir özellik olan ve hasetten ve kaygıdan kaynaklanan onları ayırma arzusuyla çatışan her iki ebeveynle ilişkiden aynı anda zevk alma kapasitesi, onların ayrı bireyler olduğunu hissetmesine bağlıdır. Ebeveynlerle olan bu daha bütüncül ilişki (ebeveynleri birbirinden ayrı tutma ve cinsel ilişkilerini önleme yönündeki zorlantılı ihtiyaçtan farklıdır), birbirleriyle olan ilişkilerinin daha iyi anlaşılması anlamına gelir. Bebeğin onları bir araya getirebileceğine ve mutlu bir şekilde birleştirebileceğine dair umudu için bir ön koşuldur. (Klein, 1952, s. 79f )

DAHA SONRAKİ GELİŞMELER

Depresif konum kavramı zengin ve çok yönlüdür ve ilk günlerinden itibaren daha fazla teorik yeniliği teşvik etmiştir:

- Segal (1952) “Estetiğe psikanalitik bir yaklaşım” adlı eserinde yaratıcılığın köklerini depresif konuma dayandırır ve bu atıf temelinde bir estetik teorisi geliştirir. Segal (1957) “Sembol oluşumu üzerine notlar”da bu fikri “simgesel denklik” (paranoid şizoid konumun tipik özelliği) ile ancak depresif konumda kendilik ve nesne daha net bir şekilde ayırt edildiğinde oluşabilecek gerçek sembol arasında ayrım yapmak için kullanmaya devam eder.

- Jaques (1965) “Ölüm ve orta yaş krizi” adlı çalışmasında depresif konumla yaşam boyu süren mücadeleyi bireylerdeki yaratıcılığın erken ve geç ortaya çıkışıyla ilişkilendirir. “Orta yaş krizi”ni bireyin yaratıcı yaşamında bir yap ya da boz fenomeni olarak vurgular.

- Segal (1956) “Şizofrenik hastada depresyon” adlı çalışmasında, depresif konumun şizofrende kendini gösterebileceği tamamlanmamış yolu, depresyon deneyiminin başkalarına yansıtılmasıyla ifade edilmesini inceler. Segal ve çağdaşları Rosenfeld ve Bion, psikotik hastanın depresif konumun ortaya çıkışıyla nasıl başa çıktığı ya da daha doğrusu çıkamadığı ile ilgilenmektedir.

- Bion’un (1957, 1959, 1962a) psikotik ve psikotik olmayan hastalarda düşüncenin doğası ve değişimleri üzerine çalışmaları, depresif konumda kurulan bağların kurulması ve koparılması ilkesi etrafında düzenlenmiştir.

- Rosenfeld (1965, 1987) ve Steiner (1993), sınırda ve ileri derecede narsisistik hastaların depresif konumla ilişkili olarak nasıl işlev gördüklerini açıklamıştır.

- Bion’un (1962b) annesel (ve analitik) “kapsama” kavramı, ilkel fantezinin dış gerçeklik tarafından değiştirilme biçiminin daha ayrıntılı bir şekilde kavramsallaştırılmasına olanak tanır. Bu, depresif konuma ulaşmada ve bu konumun derinlemesine çalışılmasında hayati bir süreçtir. Kapsama kavramı, Klein’ın belirttiği ancak ayrıntılı olarak açıklamadığı bir önem olan çevrenin önemini anlamak için teorik bir temel sağlar. Bebeğinin yansıtmalarının ana alıcısı olarak, sevgi dolu ve özenli anne bunların etkisini deneyimler ve bebeğin daha önce dayanılmaz olan zihinsel içeriği daha yönetilebilir bir biçimde yeniden yansıtmasına olanak tanıyacak şekilde anlamlandırır. Annenin, bebeğin kaygılarını kontrol altına alma kapasitesindeki başarısızlıklar, bebeğin kaygılarını ve bunları yansıtmasını şiddetlendirir.

- Bion (1963) da “aşama”dan “konum”a kavramsal geçişi tamamlamaktan sorumludur ve nihayetinde depresif ve paranoid konumların nasıl salınan zihin durumları olduğunu gösterir. PsßàD olarak temsil ettiği dinamik bir denge fikrini ortaya koyar. Depresif yönde genel bir itme veya ileriye taşımaya rağmen, yeni bütünleşmeler ve yeni hamleler için sürekli olarak bütünlüğü parçalara ayırma gereklidir.

- Britton (1998), “Depresif konumdan önce ve sonra” adlı çalışmasında bu düşünce çizgisini devam ettirmiş ve depresif konumun görünürdeki kalıcılığının gerçekte nasıl savunmacı olabilecek bir durağanlığı temsil ettiğini göstermiştir. Analitik seanslar, en küçük düzeyde, bütünleşmiş durumlar, bölünme durumları, savunmacı geri çekilme ve bazen de iyileşme ve yeniden formüle etme durumları arasında sıradan hareketlerin dakikadan dakikaya gözlemlenmesine olanak tanır.

- Steiner (1993). Klein”dan bu yana, kişiliğin patolojik organizasyonlarını ya da Steiner’ın (1993) tanımladığı şekliyle “psişik inzivalar” kavramını geliştirmek için de pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar, uzun vadede paranoid ve depresif duygulardan birini ya da her ikisini birden savuşturmak için gelişen, kişiliğin yapılandırılmış ve istikrarlı savunma organizasyonlarıdır. Zihni dayanılmaz suçluluk ve zulümden korumak için psişik hareketlilik ve yaratıcılık kısmen feda edilir.

- Britton (1985, 1989, 1992) Klein’ın depresif konum ve Oedipus kompleksi arasında bağlantının sadece gelişimsel olarak eş zamanlı olmadığını, aynı zamanda biri üzerinde çalışmanın zorunlu olarak diğeri üzerinde çalışmayı gerektirdiğini göstermiştir. Ona göre depresif konumu Oedipus kompleksini derinlemesine çalışarak çözeriz ve Oedipus kompleksini de depresif konumu derinlemesine çalışarak çözeriz. Nasıl ki depresif konumda ideal nesneye tek ve kalıcı olarak sahip olma fikrinden vazgeçilmesi gerekiyorsa, ebeveyn ilişkisiyle yüzleşirken de kişinin arzuladığı ebeveyne tek başına sahip olma idealinden vazgeçilmesi gerekir.

- Hobson, Patrick ve Valentine (1998); ilginç ve alışılmadık bir makalede paranoid-şizoid ve depresif konumlar arasındaki ayrımın geçerliliği olduğunu deneysel olarak göstermeyi başarmışlardır. Özel olarak geliştirilmiş bir derecelendirme ölçeği kullanan eğitimli “kör” gözlemcilere hastaların videolarını göstererek, hastanın daha depresif veya daha paranoid bir modda işleyişini ayırt etme açısından yüksek yorumlayıcı güvenilirliği gösterebilmişlerdir.

Yukarıdaki örnekler Klein’ın depresif konum kavramının teşvik ettiği yaratıcı düşünceyi göstermektedir. Nihayetinde bu kavram Klein sonrası düşüncenin temelini oluşturmaktadır. Depresif konum üzerine, kavramın hem klinik olarak hem de kültürün daha geniş yönleriyle ilişkili olarak çağdaş kullanımını açıklayan, özellikle yararlı bazı yeni makaleler Roth (2005) ve Temperley”e (2001) aittir.

  • Depresif konum teorisine yönelik eleştiriler

Depresif konum, çocukların ve yetişkinlerin analizinde klinik bir kavram olarak kullanışlılığını kanıtlamıştır. Küçük bebeklerin Klein tarafından kendilerine atfedilen duygusal deneyimleri gerçekten yaşayıp yaşamadıkları daha sorunludur. Klein, analiz ettiği küçük çocukların kelimelerle ve oyunla ifade edilen duygularına ilişkin gözlemlerinden büyük ölçüde yararlanmış ve bu gözlemleri hayali olarak bebeklerin dünyasına uyarlama hakkını kendinde görmüştür. Bu, Freud’un yetişkinlerden çocuklara doğru yaptığı tahminlere benzemektedir.

Petot (1991) gelişim psikolojisinden elde edilen bazı kanıtların Klein’ın teorileriyle nasıl bir arada kullanılabileceğini göstermektedir. Örneğin, Piaget ve diğerlerinin 4 ya da 5 aylıkken bilişsel ve algısal kapasitelerdeki büyük niteliksel değişimi tanımlamalarına dikkat çekmektedir.

Bilişsel gelişimle ilgili deneysel bulgular elbette Klein’ın tanımladığı türden öznel zihin durumlarını ne doğrulayabilir ne de yanlışlayabilir. Bununla birlikte, gelişimsel olarak makul olup olmadıklarını değerlendirmek için bir çerçeve sağlayabilirler.

 


[1] Spillius E. B., Milton J., Garvey P., Couve C., Steiner D., (2011) The New Dictionary of Kleinian Thought Routledge, London, New York. 'tan özet çeviridir.

[2] Analist tümgüçlü ideal bir nesneyle özdeşleşir ve hastaya ahlaki açıdan aşağılık hissetme duygusunu yansıtır (Milton, 2000). O”Shaughnessy (1999), hasta son derece anormal, haset dolu bir süperegodan muzdarip olduğunda bunun ne kadar kolay gerçekleşebileceğini ve aktarım durumunda hem hastanın hem de analistin bir anormal süperego olarak diğeriyle ilişki kurabileceğini göstermektedir.