• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

ÇÖKÜŞ SEVİLEBİLİR Mİ?

ÇÖKÜŞ SEVİLEBİLİR Mİ?

“Çöküş Korkusu”[1] makalesi Winnicott’ın önemli katkılarından birisidir. Çöküş elbette insanı ve özellikle çocuğu çok korkutur. Bir ulusu bile çok korkutur ki Mehmet Akif Ersoy bu korkuyu hissetmiş ve İstiklal Marşımızın ilk dizelerini şöyle yazmıştır:

“Korkma sönmez (çökmez) bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden (çökmeden) yurdumun üstünde tüten en son ocak”

Şiir gibi birçok sanat dalında çöküş çok çalışılan bir olgudur. Filmlerin çoğu çöküşler ile ilgilidir; bir ilişkinin, bir yaşamın, bir ülkenin, bir kişinin çöküşü gibi. İnsanlar bunları seyretmekten zevk alır, seyretmek için para ve zaman ayırırlar. Türkiye’de haber yayıncılığı çöküş haberleri üzerine kurulmuştur. Sıradan bir günün haberleri intihar, öldürme, bir binanın yıkılması gibi fiziki ve ruhsal çöküş haberlerini içerir. Halkımız çöküşü o kadar sever ki bu haberleri artarda ve tekrar tekrar izlerken hipnotize olur.

Bu konuşmada çöküş olgusunu irdeleyeceğim. Çünkü çöküş, hastalarımızın bir parçasıdır. Hastalarımız çöküş ile çeşitli düzeylerde bir ilişki ve bağlantı içindedirler. Çöküş korkusunun içinde istek ve sevgi de olabilir mi? Sorusu üzerinde durmak istiyorum. Çünkü çöküşten korkan hastalarımız bir çöküş arayışındadır aynı zamanda. Çöküşsüz yapamazlar hatta çöküşe bağımlı gibidirler. Çöküş bir yineleme zorlantısına da dönüşebilir.

Çöküş sevilebilir mi?

Çöküşü ruh sağlığı çalışanları da sever, geçimini çöküşlerden sağlar. Elbette amaç çöküşü iyileştirmektir ama çöküşü ve çökeni sevmeden bu mümkün olabilir mi?

Çökmekte olan bir hasta terapiste başvurduğunda sanki terapist güçlü, sağlıklı ve iyileştirebilir bir otorite konumunda olur. Hele doktorsa bu pozisyon daha da belirginleşir. Doktor, tümgüçlülüğü ile, başvuran kişinin zayıf, çökmüş ve hastalıklı parçasını tedavi edecek ve hastayı iyileştirecektir. Harold Searles[2] bu bakış açısını şöyle eleştirir. Ona göre hasta güçlü olandır ve asıl ihtiyaç sahibi ve hastalıklı olanın çöküşten doyum sağlayan terapist olduğunu söyler. Çocukluğunun çökerten ailesinde yaşamda kalmayı başardığı için hasta güçlüdür. Çöküş, var oluş için bir uzlaşmadır. Çocuk, yaşamda kalmak için çok çaba harcamış ve çöküş çözümüne sıkıca tutunarak bunu başarabilmiştir. Bu yüzden bazen hastalar çöküşü sevmek zorunda kalmışlardır ve çöküşleri çok köklü bir biçimde iç dünyalarına yerleşmiştir. Genellikle ailelerinin ya da annelerinin çöküşüne dair bir çözüm, bir uyum sağlama yolu bulmuşlardır. Aslında hasta, çocukluğunda böyle bir çöküşün içinde olan anne-babasına sevgiyle bağlanmış ve onların yansıttıklarını üstlenerek ve çöküşü var oluş biçimine dönüştürerek bir çözüm oluşturmuştur. Belki de böyle bir kendini adama ile ailesinin ruhsal olarak yaşamda kalmasını, daha fazla çökmemesini ya da dağılmamasını bile sağlamış olabilir. Bu nedenle Searles psikopatolojinin nefret, çökkünlük ve zayıflıktan çok sevgi ve bağlanma ile hastada bir felç yarattığını, hastanın kendi oluşunu feda ederek sevdiklerini kurtarma pahasına yaşamından ve ruhsal gelişiminden vazgeçtiğini, çöktüğünü belirtir.

Hasta başvurduğunda terapistin karşısında yine kendini feda ederek hasta rolünü üstlenmiş, terapistin ihtiyaçlarına kendisini sunmuş, terapist daha sağlıklı ve normal olan kişi olmuştur. “Eğer terapist bunu aklında tutar ve hastanın kendini adayışını ve cömertliğini görür ve bunları çalışırsa artık hastanın kendini hasta ederek adamasına gerek kalmaz ve hasta özgürleşir.” der Searles. “Bunu sağlamak için terapistin kendi zayıflığını, bencilliğini, sadistliğini, kötücüllüğünü ve iyicilliğini tanıması ve hastanın güçlü, istekli bir terapist olabileceğini görebilmesi gerekir.” Diye ekler. Terapist bir zamanlar çocukken üstlendiği rolü de anımsamalıdır. Terapistliğe soyunan bir doktor ya da psikoloğun iyileştirmek istediği ve aynı zamanda çöküşünü üstlendiği bir ebeveyni ya da ailesi olduğunu düşünmek zor değildir. Hastadan farklı olarak terapist çöküşe bir miktar uzaktan bakabilme, çöküş üzerinde düşünme yönünü geliştirmiştir. Bunlarla beraber çöküşün içine girme ve içinde çalışma teknikleri de bulmuştur. Ve yine Searles’ın söylediklerinin tersine bir terapist atfedilen role girer ama rolü duyumsar ve ayrıştırır. Burada çöken nesne ve nesneyi kucaklayan ve ayağa kaldıran kendilik ilişkisi vardır. Bu roller tersine de döner çöken kendilik, kendiliği kucaklayan ve ayağa kaldıran nesne olur. Bir parantez açarsam çöküşte hem kucaklama hem ayağa kaldırma yoktur. Kucaklama annesel bir öge iken ayağa kaldırma sertleşen bir penis ve iktidar ile babasaldır.

Ağır hastalarla çalışan Searles’ın bu tespitleri hasta-terapist ilişkisini başlatan ana dinamiğin kökenlerini ve olumsuz terapötik tepkiyi anlamada yararlıdır.

Psikanalizde Çöküş Nedir?

Winnicott, travmayı kişinin “oluşunu sürdürerek yaşama” sürecinin bozulması olarak tanımlamıştır. Bu açıdan çöküşü ilk olarak benlik, kendilik ve nesne gelişip bütünleşmeden önce meydana gelen bir travma ve oluş sürecinin bozulması olarak betimleyebiliriz. Winnicott, çocuğun kendiliğinin, nesne tasarımının ve benliğinin gelişiminde kendiliğin geliştirici bir çevre nesne yani anne ve aile içinde gelişebileceğini açıklamıştır. Kendilik ve benlik gelişimi çevreye ve nesnelere bağımlıdır.

Ruhsal gelişim sırasında Winnicott için çöküş, çocuğun benliğinin, kendisine ve annesine ne olduğunu tanımlayamadığı ve anlayamadığı bir zamanda ve biçimde deneyimlenmiştir. Benlik, durumu kavrayamamış ama kendiliği bu oluşu ya da daha doğrusu olamayışı deneyimlemiştir. “Kavramak” kelimesi hem tutmak hem anlamak açısından simgeseldir. Winnicott’ın “Çöküş Korkusu” makalesine bakarsak çöküş için şöyle der:

“genel olarak bu kelime savunma örgütlenmesinde (yani benlik) bir başarısızlık anlamında kullanılabilir. Ama hemen sormak durumundayız: Neye karşı bir savunma? Ve bu soru bizi kelimenin daha derin anlamına götürür, çünkü bu “çöküş” kelimesini, savunma örgütlenmesinin temelini oluşturan düşünülemez durumları tanımlamak için kullanmamız gerekir.[3]

Psikonevroz alanında, savunmaların ardında yatan şey kastrasyon kaygısı iken, incelediğimiz daha psikotik fenomenlerde vurgulananın kendilik biriminin kurulmasındaki bir çöküş olduğu belirtilmelidir. Benlik, benlik örgütlenmesinin çöküşüne karşı savunma geliştirir ve tehdit altında olan benlik örgütlenmesidir. Fakat benlik, bağımlılık durumu devam ettiği sürece çevresel başarısızlıklara karşı örgütlenemez.”

Durum kendiliğin dağılması ve korunamaması olunca paranoid-şizoid konuma gerilenir. Winnicott benliğin kendilik ve nesne tasarımlarını ve ilişkisini geliştirmede ikisinin de henüz tasarımlanamadığı ve toparlanamadığı bir aşamadan söz etmektedir. Benlik hazırlıksızken yakalanmıştır.[4]

Geliştirici çevre, anne ve aile ile ilgili bir tanımdır. Çevre; şimdi ve burada var olmalı, hizmet edebilmeli ve huzur sağlayabilmelidir. Geliştirici çevre içinde çocuğun doyurulması gereken ihtiyaçları doyurulur ve gelişmesi için gereken benlik işlevleri öğretilir, huzur için gereken ne varsa yapılır. Çocuk bu çevreye, doğduğunda mutlak olarak bağımlıdır, bağımlılığı yavaş yavaş azalır ve dış dünyaya hazırlanır.

Winnicott “Çöküş Korkusu” makalesinde çöküşü psikotik durumdan ayrıştırır. Çöküşte, geçmişte kişinin benliğinin algılayamadığı ve kavrayamadığı bir anda bir çöküş olmuştur. Bu yaşanmış, benlik buna karşı savunmalar geliştirmiş ama henüz deneyimlememiştir. Kişi, bu çöküşü gelecekte deneyimleyeceğini düşünerek sürekli çökmekten korkar.

Eğer alttaki çöküş korkusu çalışılamazsa bir boşunalık hissi ortaya çıkacağına değinir. Buna anlamsızlık da denebileceğini düşünüyorum. Her sözde ilerleme bir yıkım ile sonuçlanır. Winnicott ölüm korkusunu çöküş korkusu ile bağlantılı bulur. Elbette ki ölüm çöküşün en somut halidir ama çöküş korkusunda ölüm, çöküş anında ruhsal olarak deneyimlenmiştir. Boşluk ve bir şey olmamasını, gelişim ve yaşam için olması gerekenin olması gereken yerde olmaması olarak yorumlar. Boşluk, annenin ve annesel olanın olması gereken yerde olmaması ve bu nedenle kendiliğin de olması gereken zamanda gelişememesidir.

Var olamama konusunu varoluşçu yazın ve dinde Tanrı ile bir olma açısından değerlendirir. Winnicott Mevlana’nın Mesnevisini okusaydı Mevlana’nın sürekli çöküşe yaklaşmaktan söz ettiğini görürdü. Çünkü Mevlana tüm Mesnevide Kendini çökerttiğinde Zümrüt’ü Anka kuşu gibi küllerinden doğacaksın der. Çöküşü benliğin egemenliği altına almanın yollarını anlatır.

Çöküş olgusu hastanın oluşuna işlediği için “iyileşmeler” aynı zamanda çöküşün varoluşunu gerçekleştireceği bir fırsat gibidirler. Çöküş kaçınılmazdır çünkü çöküş de yaşamsaldır. Çöküş, aç bir çocuk gibi iyileştirici olanı hissedince onu yiyip bitirmeye çalışır. Terapistin çöküşü kavraması hastanın yaşam biçimini değiştirir. Bu açıdan çöküşün işlenebilmesi tamamen terapiste bağlıdır.

Çökmüş bir olgu örneği

Claire Winnicott[5] çöküş korkusu ve çöküş üzerine çok demonstratif bir olgu öyküsü anlatmıştır. Şimdi ondan söz ederek çöküşle ilgili bir örnek vereceğim.

Ruhsallığı çöküş olgusu etrafında yapılanmış olan hastaların bazılarında müthiş bir yaşamda kalma yeteneği vardır. Sıklıkla bu yeteneklerinin tükendiği yerde, terapisti de bir yaşamda kalma aracı olarak kullanmak için gelirler. Claire Winnicott hastasına ilk seansta neden geldiğini sorduğunda “doktor beni size yönlendirdi.” yanıtını alır. “Gerçek neden ne olabilir acaba, yardım almak için mi geldiniz?” diye sorar. Hasta her şeyi çok iyi anladığını ve bildiğini ama tek bir şeyi yapamadığını söyleyince Claire Winnicott çok hoş bir yorum yapar: “Bana geldiniz, çünkü karşınızdaki kişinin yerine geçemiyorsunuz.” Hasta bu yorumu kabul eder ve bunun üzerinde derinlemesine çalışmaya başlarlar.

Bu hastaların bazıları sağlam bir psikoloji bilgisine sahiptirler. Karşılarındaki kişiyi anlamak için çok alıştırma yapmışlardır. Genellikle eğitimleri ve bilişsel düzeyleri iyidir. Bir diğer sık gördüğüm durum anne-babalarının sosyoekonomik sınıfının üstüne çıkmakta ya da çıkmış olmalarıdır. Anne-babaları zeki kişiler olsa da bir biçimde potansiyellerinin çok gerisinde kalmış kişilerdir. Yoksulluk, savaş ve göç en önemli etkenlerdir.

Winnicott, analizde gerçekleşen ve mutlak bağımlılık anına gidildiğinde çevrede ortaya çıkabilen çöküş durumu üzerinde çalışmıştır. Claire Winnicott bunu hastasında şöyle gösterir. Hastası tekrar eden bir kabusunu anlatır:

Boş bir çöldedir, insan yoktur, gerçek olmayan, tahtadan ya da mukavvadan hayvanlar vardır. Kuma batarak kaybolurlar ve korkarak uyanır.

Claire Winnicott bunu, içsel ve dışsal iyi anne ile yani geliştirici çevre ile teması koptuğu için çocukken oyuncaklarının anlamının kaybolması olarak yorumlar. Hastaya, “kızdığı için o oyuncakları yolladığını ama yalnız kalınca çok korktuğunu” söyler. Hasta, kendisinin oyuncakları yollamış olabileceğine şaşırır. Sonraki seansa yıllardır sakladığı 2,5 yaşındaki bir fotoğrafını getirir. İçine kapanmış bir çocuk vardır, Claire Winnicott “otistik bir çocuk” gördüğünü düşünür. O zamanlar bir şey olmuş, hastanın bir parçası kopmuş ve hasta bu durumu anlayabilecek olan terapistine, sanki kayıp bir çocuğu ararmışçasına fotoğrafı getirmiştir. Hasta 2,5 yaşındayken savaş çıkmış, Alman bakıcısı yok olmuş, tüm aile dağılmış, düzenleri çökmüştür.

Hastanın iç dünyası analiz ile değişince ve geliştirici çevre ile bağı yeniden kurulunca şöyle bir rüya görür:

Evinde yatağındadır, sağ tarafta bir çuval kömür vardır ve yavaşça gözden kaybolur. Bu sırada sol tarafta bir deve ortaya çıkar. Bunu gördüğüne sevinmiştir çünkü bunun Claire olduğunu bilmektedir.

Depresyonu simgeleyen kömür çuvalı gitmiş, süt dolu anne memelerini temsil eden çöle dayanıklı deve gelmiştir. Hasta uyandığında kâbusu defettiğini sayıklamıştır.

Görüldüğü gibi ilk rüyada çöken bir çevre ve korku varken son rüyada yaratıcı, besleyici bir çevre ve güvenlik hissi ortaya çıkmıştır.

Bolas'ın çöküş yaşayan olgularla çalışmaları

Çöküş olgusu ile ilgilenen bir diğer psikanalist Cristopher Bollas’tır. Bollas yine analizde olan ve analiz sırasında çöken hastalarla ilgili önemli tespitlerde bulunmuş ve değişik bir uygulama geliştirmiştir. “Düşmeden Yakalamak” adlı eserinde bunu detaylıca anlatır. Bollas bu hastaları “kırık kendilik” olarak adlandırır ve diğer kişilik bozukluklarından farklı görür. Bu hastaların herhangi bir terapi türünden yarar görmediğini çünkü yaşamayı bırakmış olduklarını gözlemlemiştir. Potansiyellerinden düşük düzeyde işlev görürler ve çalışırlar ya da çalışmadan yaşarlar. Bu hastaların geçmişlerinde psikotik olmayan çöküşler yaşadıklarını saptamıştır. Aniden büyük bir sorun, zorlanma ayrılık ya da kayıp yaşamışlardır. Bazen de bilinçdışı anlamı çok yoğun olan basit bir sorun çöküşe neden olmuştur. Bu çöküşten sonra işlevsellikleri düşmüş ve düşük düzeyde devam etmiştir. Bir içe kapanma, geri çekilme ya da vazgeçiş olmuş, hasta bu durumu kabullenmiştir. Nefret, öfke, haset veya duygusal canlılık göstermezler. Bollas bu hastalarda, kitap yazmak, dünya turuna çıkmak, yeni bir işe girişmek gibi gerçekleştiremeyecekleri hayaller, planlar ve amaçlar olabildiğini belirtir. Bunu, içlerinde gizli bir ülküleştirilmiş kendilik tasarımı taşımaları olarak yorumlar. Gözden düşmüş ünlülerle kendilerini özdeşleştirebilirler çünkü bu ünlüler kendiliklerinin düşmüş halini simgelemektedir. Bollas, gizli kalan ülküleştirilmiş kendilik tasarımının hastanın kaybettiği umutlarını simgelediğini düşünür. Kendiliklerini besleyecek herhangi bir etkinlikle, sanatla, siyasetle, kültürle ilgilenmezler. Bu hastalardan yorumlara yanıt almak zordur, ilgisiz, umursamaz ve boşalmış gözükürler. Bollas, bu hastaların, terapisti gelecekteki çöküş için bir sigorta olarak gördüklerini ve bu yüzden terapiye geldiklerini belirtir.

Bollas çöküşün iki biçimde olduğunu söyler. Belirtiler göstererek başlayan çöküş ya da aniden oluşan. Çöküş sırasında karakterde bir değişim fark etmiştir. Çöküş beklenen hastalar hassas ve kırılgan olabilir. Hastada bir şaşkınlık hali olur, durumunu açıklayamaz. Bilişsel işlevlerde yavaşlama başlayabilir. Sessizliklerin uzaması ve yavaş konuşma görülür. Kararsızlıklar oluşur. Hastanın zihni ya meşgul ya da boşalmış gibidir. Bollas, düşünce akışını olumsuz yönde etkileyen şeyin “sonradan etki” olduğunu belirtir.

Sonradan etki

Sonradan etki çok önemli bir psikanalitik olgudur. Belirli bir olay ile ona daha sonra atfedilen anlam arasındaki karşılıklı ve karmaşık bir ilişkiyi tanımlar. Geçmişte deneyimlenmiş bir olaya daha sonra atfedilen anlam yeni bir psişik etkinlik kazanmıştır. Freud sıklıkla bu kavramı psişik zamansallık ve nedensellik bağlamında kullanmıştır. Deneyimler, izlenimler ve anı izleri daha sonraki bir zamanda yeniden değerlendirilir, yeni deneyimlere eklenir ve gelişimin yeni bir aşamasına erişilir. Ruhsallıkta, geçmişten geleceğe doğru, tek yönlü doğrusal bir hareket olmadığını gösterir. Geçmiş geleceği, gelecek geçmişi sürekli olarak tanımlamaktadır. Geçmişin yeniden tanımlanması ona yeni anlamlar, etkiler hatta patojen olma rolü yüklenmesine neden olabilir. Eğer geçmiş anı bir çöküş anısı ise sonradan etki yine bir çöküş yaratacaktır.

“Çöküş, karşı aktarımda terapistte bir uyaran kaygısı yaratmaktadır.” der Bollas. Uyaran kaygısı benlik gücünün bir göstergesidir. Benlik büyük panik yaratacak durumları önceden algılar ve panikle karşılaşmamak için öncesinde uyaran kaygı ile savunmalarını harekete geçirir, kalkanlarını kaldırır ve yapılması gerekenleri düşünüp gerçekleştirir. Böylelikle benlik çaresizliği inkar etmeden çaresizliğe düşmemiş olur. Çökmekte olan hasta çaresizliğe düşmeden önce analist uyaran kaygısını algılamalı ve yorumlarını yoğunlaştırmalıdır. Hasta uyaran kaygısını kaybetmiştir ve bu benliğinin çökmekte olduğunu gösterir. İçe çekilmekten başka şansı kalmamıştır. Kendilik kapanır, benlik bazı kelimeleri söze döker ama kendilikle bağlantı kopmuştur.

Bollas’ın tespitlerine göre ani çöküşlerde mutlaka bir neden vardır ama hasta bunu anlatmaya istekli değildir. Sıklıkla bilmiyorum yanıtını vermesi sanki bilmeye karşı bir ruhsal karşı yatırım yaptığını göstermektedir. Bollas bu durumda analistin detektif gibi araştırma yapması gerektiğini belirtir. Yakın zaman hastayı boğmayacak bir biçimde araştırılmalıdır. Analistin hastadan bilgi toplamasının ve geniş zaman ayırmasının çok önemli olduğunu belirtir.

Benlik kendiliği kaybetmiştir, neyi kaybettiğini anlayamamaktadır. Bollas bunu, sonradan etkiyi yaratan asıl olayın söz öncesi dönemden gelmesine bağlar. Bence bunun illa ki söz öncesi dönemden gelmesine gerek yoktur. Sonradan etki yaratan olay, yaşandığı anda da ve sonraki tekrarlarında da konuşulamamış bir travma olabilir. Hatta bazı konuşmalar yapılmış olsa da travma öyle bir bağlamda gerçekleşmiş olabilir ki konuşulup işlenemeyen ana ögeler inkorpore halde kalmış olabilirler. Bu dinamiği “Bedenin İçine Alma: Haz, Saldırganlık ve Nesne İçeriye Alınırken”, (Psikanaliz Yazıları, 2020, 41) başlıklı yazımda detaylıca ele almıştım. Psikanaliz Yazılarının önümüzdeki sayısında yine bu dinamiği yas üzerinden “Yas ve Melankoli” Makalesinde Benlik, Kendilik ve Nesne İlişkileri” başlıklı yazımda irdelemeye devam ettim.

Bollas, çöküş halinin kalıcı bir işlevsizliğe dönüşmesini psikiyatrik ilaç kullanımıyla ilişkilendirir. Bu yorumunu eksik buldum çünkü mesele ilaç kullanımı değildir. İlaç kullanımıyla birlikte çöküşün derinlemesine çalışılmamış olmasıdır. İlaç, ketlenen benliği işler hale getirir, bundan yararlanarak yapılan çalışma ile benliğin anlama, yorumlama ve bireşim işlevleri canlandırılabilir. Bu tür olgularla ilgili örnekler vereceğim.

Bollas[6], çöktüğünü anladığı hastanın seans saatlerini uzatır, ücreti değiştirmez, beraber çalıştığı psikiyatristine yönlendirir, hastayı getirip götürecek bir taksi ayarlar. Yani hastayı tutan, geliştirici bir çevre yaratmıştır.

Ruhsal delik

Geliştirici çevre ile ilişki kurma ve kuramama durumuna geçmeden önce çöküş kavramının anlaşılması için bir kavramın daha bilinmesi gerekir: “ruhsal delik”. Psikoseksüel gelişim dönemleri deliklerle ilgilidir, oral, anal ve genital delikler. Oral deliği meme, anal deliği pisliğe karşı kurallar, genital deliği ensest yasağı kapatır. Ilany Kogan ruhsal deliğin kuşaklar arası travmanın aktarımda nasıl bir kara deliğe dönüştüğünü Sessiz Çocukların Çığlığı ve Yas Tutmama Mücadelesi adlı kitaplarında anlatır.

Ruhsal deliğin psikopatoloji yaratan yönlerini “kara delik” olarak tanımlayan Bion, Tustin, Grotstein ve Eshel olmuştur. Baranger travma anısını bir delik olarak tanımlamıştır. Andre Green’in “ölü anne” kavramı, Quinodoz’nun “delik nesne” kavramları da bu konuyla ilişkilidir. Bick, anne-bebek arasındaki cilt temasının kopmasının bebekte bir delikten akıp gitme korkusuna dönüştüğünü belirtmiştir. Ogden Bick’in tespitlerden yola çıkarak otistik-bitişik konumu kavramsallaştırmıştır.

Ama en güzelini ve doğal delik kavramını Winnicott ortaya koymuş, tasarımsal "delik" kavramını tanımlamıştır. Heyecanlanmış ve dürtüsel doyum arayan bebeğin annesi tarafından doyurulduktan sonra artık annesini eskisi gibi algılamayacağını belirtir. Zenginliklerle dolu bir bedenin olduğu yerde şimdi bir “delik” oluşmuştur. Bebeğin aldığı, doyum verici dürtüsel bir deneyimse iyi olarak algılar ve kendiliği desteklenmiş olur. Aldığı deneyim engellenmeye bağlı öfke ile karmaşıklaşırsa kötü olarak algılayacaktır ve kendilik bir tehdit duyumsayacaktır. Tüm bu süreçler sırasında anne durumu tutmayı ve kucaklamayı sürdürür. Bebek aldıklarını iç dünyasında sindirirken ve çalışırken zaman geçer. Bir zaman sonra artık bebeğin anneye verecekleri vardır, anne alacaktır ve aldıkları arasında neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmesi beklenir. Winnicott bunu ilk verme olarak tanımlar ve verme olmadan gerçek bir alma olamayacağını vurgular. Eğer anne, bebekten gelen hediyeyi algılayabilirse bu hareket bebeğin annesinde yarattığını düşlemlediği deliğe ulaşır ve anne rolünü oynar. Anne, bebeğin hediyesini alırken onun onarıcı ve telafi edici potansiyelini de kabul etmiş olur.

Bu potansiyeli tanımak bebeğin benliğinin gelişmesi için ona bir alan açar. Depresif konum alma-verme ilişkisinin temellerinin atıldığı yerdir. İkili bir ilişki içinde alışveriş başlamıştır. Bebek ağzıyla emdiği sütün karşılığını doymuş olmanın gülümsemesi ile, ağzıyla verir. Ya da meme emerken parmağını annenin ağzına sokmak ister.

Winnicott’ın “Depresif konumun iyicil döngüsü” dediği durum defalarca yinelenince bebek “deliğe” katlanmaya başlar ve bu sırada gerçek suçluluk hissi ortaya çıkar. Winnicott gerçek suçluluk hissinin dışarıdan eklenmediğini içeriden çıktığını öne sürer. İçeride; sakin ve heyecanlı anneyi, sevgi ve nefreti bir araya getirirken suçluluk ortaya çıkmaktadır. Suçluluk hissi sayesinde dürtüsel doyumla birlikte şefkat hissetme kapasitesi korunur. Çocuk, sadece seven değil, onarma ve yeniden inşa çabalarını alabilen bir anneye gereksinim duyar. Çünkü dürtüsel saldırısının yarattığı suçluluğu gidermek için verebilmelidir. Winnicott, buradaki bağımlılığın mutlak bağımlılıktan daha üst düzeyde olduğunu vurgular.

Winnicott depresif konumun iyicil döngüsü olarak tanımladığı döngüyü şöyle özetler:

  • Dürtüler yüzünden karmaşıklaşmış anne-bebek ilişkisi, döngüyü dürtü ile başlatır.
  • Bebeğin dürtüleri ile annesinde yarattığı etki belirginleşmemiş bir biçimde algılanır. Bu belirsizliğe “delik” der.
  • İçsel derinlemesine çalışma ve deneyimin sonuçlarının sınıflandırılması ile zaman geçer.
  • İçsel olarak iyi ve kötünün sınıflanması sayesinde hediye verme kapasitesi ortaya çıkar.
  • Annenin hediyeyi alması ile delik onarılır. 

Bu deneyimlerin toplamı bir içsel gerçeklik oluşmasını sağlar. Winnicott'a göre içsel dünya üç biçimde oluşmaktadır:

  1. Dürtüsel deneyimler
  2. İnkorpore edilenler, tutulanlar ya da atılanlar
  3. Büyüsel olarak içe yansıtılan bütünsel ilişkiler

Peki Çöküşün tedavisi var mı?

Winnicott çöküş korkusunun çalışılması için ruhsal açıdan bağımlılık dönemine gerilenmesi ve o aşamada derinlemesine çalışma yapılması gerektiğini belirtir. Çöküş, Winnicott’ın “Çöküş Korkusu” makalesinde anlattığı gibi aslında ne kendilikte ne de nesnede gerçekleşmektedir. Bağımlılık içinde olunan bir ilişkinin kendisi çökmektedir. 1954’teki “İçe kapanma ve gerileme” makalesinde Winnicott bu çöküşün nasıl bir içe çekilme ve içe kapanma yarattığını ve gerileme şansını yok ettiğini anlatır. Bir olgu üzerinde içe kapanmanın nasıl farklılaştırılabileceğini açıklar.

Hastasının içe kapanışları ortaya çıkınca bunları yorumlamış ve yorumlarıyla içe kapanan kendiliğin etrafında bir ortam yaratmıştı. Hasta bunu anlamıştı ve kendi etrafında kurduğu ortamı “tekerlekleri hareket ettiren yağ gibi” diyerek tanımlamıştı. Bu yöndeki çalışmalar sayesinde hastasının etrafına koyabildiği ortam hastasının artık içe kapanmak yerine gerilemeye başlamasına olanak tanımıştı. Bu sırada bağımlılığın tanınması önemli bir ögeydi. Ardından Winnicott’ın kucağının erkek hasta için taşıdığı eşcinsel anlam çalışılmıştı. Daha sonra Winnicott’ın verdiği örnek, hastanın içe çekilme anındaki şu düşlemde acımasız çevre ve bebek ilişkisini yorumlamasıdır:

“Hasta içe çekildiğinde karanlık olmuş, bulutlar toplanmış ve çıplak vücudu üzerine bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlamıştır.”

Analiz sürecindeki bir tatil sonrası seanslarda hastanın terk edilme korkusu ve çocuk olarak boşa harcanmış doğal hareketleri üzerinde dururlar. Hasta, babasının yası ile ilgili çağrışımlar getirdikten sonra değişik bir baş ağrısından söz eder. Hastanın babasının onun başını tutmasına ihtiyacı vardır, Winnicott bunu anlar ve yorumlar. Hastanın çevreyle ilgili ihtiyacını hemen anlayarak yorumlamak gerektiğini belirtir. Böylelikle hastanın gerilemesine dair bir olanak doğmaktadır. Bu olmazsa ortaya çıkan içe kapanmadır. Gerileme ile hasta geçmişte ihtiyacına uyum sağlayamayan çevrenin yetersizliklerini yorumlayabilmektedir. Yani sonradan etki derinlemesine çalışılabilir.

Psikiyatrik Hasta

Çöken hasta ile haşır neşir olan asıl grup ruh sağlığı çalışanları ve özellikle psikiyatristlerdir. Psikiyatristler çöküşün içinde yaşarlar. Çöküş olduğunda başvuran hasta ile temas başlar.

Bollas’ın analiz sırasında gördüğü durumla psikiyatrist genellikle ilk anda karşılaşır. Bu açıdan psikiyatrik hastalıkların ilk ortaya çıktığı an çok önemlidir.

Bayan A bana geldiğinde çağrışımları yavaşlamıştı. Yavaş konuşuyor ve ağlıyordu. Anaokulu öğretmeniydi ve çocukları sevmiyordu. Çocukların yarattığı zorluklar onu çok zorluyor talepkâr veliler stresine stres katıyordu. Ev kadını olan annesi ve çiftçi olan babası duygusal açıdan soğuk ve uzak insanlardı. A ortaokuldayken depresyona girmiş, babası zorla okula götürmüştü. Arkadaş çevresi yok gibiydi. A için aile ortamı geliştirici değil ketleyici ve duygusal açıdan izole bir çevre olmuştu. A içine kapanmıştı ve çalıştığımız 4 yıl boyunca tüm deneyimleri içine kapatıcı, zorlayıcı ve onu sıkıştırıcı olarak yaşadı.

Bayan B ilk geldiğinde hemen hemen hiç konuşmuyordu. Antidepresan ve antipsikotik tedavi ile depresyonu hafifleyince konuşmaya başladığında çocukluktaki konuşamama sorunu ortaya çıktı. Annesi onun sesi olmuştu. Sonra tır şoförü olan babasının uzun süreli gidişlerinin onu ne kadar zorladığını anlattı. Sadece tek bir arkadaşı olmuştu. Okulda başarılıydı ve ailenin parlak çocuğuydu. Üniversiteyi bitirince iş bulamamış, sosyal yetilerinde gerileme iyice artarak çökmüştü. Psikanalitik psikotererapi ile sosyal yetileri iyileşti. Yaratıcılığı arttı. Eğitim aldığı alandan farklı bir alana merak sardı ama kendisine bir çalışma ve yaşama ortamı sağlanmakta zorlandı.

Sonuç

Çöküş korkusunun analiz sırasında nasıl çalışılacağı ile ilgili elimizde bazı veriler var. Ama psikanalitik psikoterapide bunun nasıl olacağı üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle düzenli bir ilişki kurulması zaten çerçevenin önemli bir ögesi. Buna analitik tekniğin iki önemli aracına odaklanmayı da ekleyebiliriz: aktarımı çalışmak ve rüya çalışması. Aktarımı çalışmaya Winnicott’ın “içe kapanma ve gerileme” makalesindeki yaklaşımı temel alarak yapmanın etkili olduğunu gördüm. Terapötik etkinin yanında terapistin anlayışını da derinleştiren bir etki yaratıyor.

Rüya çalışmasında ise kişinin kendisini nasıl bir çevre içinde gördüğünü anlamaya çalışmak yol gösterici olabilir.

Bunlara bir kendilik arama çalışmasını da ekleyebilirim. Çöküşün ve içe kapanmanın bir özelliğinin benlik ve kendilik arasındaki bağın kopması olduğunu düşünüyorum. Benlik, kendiliği kaybetmekten, kendiliğin çökmesinden ya da dağılmasından korktuğunda kendiliği kapatabilir. Bu kapanma ile benliğin, işlevlerini kendiliğe dokunmadan gerçekleştirdiğini görebiliriz. Örneğin hasta çocukken hırsızlık yaptığı için utandığından, hırsızlığı nasıl yaptığından, para çaldıktan sonra nasıl yediğinden, suçlu hissettiğinden, cezalandırıldığından dakikalarca söz edebilir. Ama bunları anlatırken açlığına hiç değinmez. Halbuki açlık salt gerçekliktir, bedenseldir ve kimse aç olduğu için suçlanamaz.  

Ve tabi ki sonradan etkiyi araştırmak. Bugün anlatılan olay niçin önemli sorusunun peşinden gitmek, çöküş ile ilgili aktif bir araştırma yapmak.

Şunu unutmamalıyız ki çöküş ile gelen hastalar bir sınırdadır ve krizi fırsata çevirmek terapistin elindedir.

 


[1] D. Winnicott (1974). Fear of Breakdown, Int. Rev. Psycho-Anal., (1):103-107.

[2] H. F. Searles [1965], Collected Papers on Schızophrenia and Related Subjects, Londra, 1986.

[3] Bu açıklama savunmaları geliştiren öge olarak bilinçdışı kaygıdan nesnenin çöküşü kaygısına getirir. Nesnenin çöküşü depresif konumun meselesidir.

[4] Hazır kelimesinin anlamı “şimdi ve burada olan, huzurda bulunan, var olan, hizmete amade olan” anlamlarındadır. Çöküş gerçekleştiğinde bunların hiçbiri yoktur: varlık, anda olmak, hizmet, huzur.

[5] Clare Winnicott (1980). Fear of Breakdown: A Clinical Example Int. J. Psychoanal., (61):351-357

[6] Bollas, analitik çalışmada analizanın karakterinin olduğu gibi kabul edildiğini ve analistin hastanın onu etkilemesine hazır olduğu ve bunu kabul ettiğini anlatır. Bu kabul, hastanın bilinçdışı ile bağlantıyı sağlar.