• PSİKANALİZE GİRİŞ

  • KENDİLİK VE NESNE
    İLİŞKİLERİ

  • PSİKANALİZ

  • PSİKANALİTİK
    PSİKOTERAPİLER

  • PSİKANALİZLE
    SANAT-I-YORUM

YER DEMİR GÖK BAKIR KÖYLÜ HUZURSUZ

YER DEMİR GÖK BAKIR KÖYLÜ HUZURSUZ

Ali Algın Köşkdere – İOPPD 10. Bursa Psikoterapi Günleri

3.10.21

GİRİŞ

Bu konuşmayı hazırlamam bir dizi olayın ardından oldu. İlk başta insanın ruhsal dünyasında nesnelerin yerini araştırıyordum. Nesneler çok çeşitliydi ve sayıları her geçen gün artıyordu; anaklitik nesne, narsisistik nesne, fetişistik nesne, geçiş nesnesi ve diğerleri. Freud’un ilk tanımladığı iki nesne anaklitik nesne ve narsistik nesne idi. Freud, tanıdığımız dehası ile bunlara nesne dememiş, anaklitik ve narsisistik nesne seçimi demişti. Bu tanımlama biçimleri etkileyicidir. Bir açıdan nesne seçimi tanımı benliğe atıfta bulunmaktadır. İrade ve seçim işlevleri benliğe aittir. Ama işin içinde sadece benlik yoktur. Benliğin kurduğu ilişki üzerinden bir kendilik ve nesne ilişkisinin ögesi haline gelen kendilik de vardır. Çocuk söz konusu olduğunda anaklitik ve narsisistik nesne seçiminde kendilik ve nesne hem tam olarak ayrışmamıştır hem de benlik bir irade ortaya koyacak güçte değildir. Kendilik ve nesnenin ayrışmadığı durumlarda benlik ve kendilik de ayrıştırılamaz. Bu ayrışmama halini Freud Yas ve Melankoli makalesinde ortaya koymuştur.

Freud, bir bilim adamı olarak insan nesnesini ve kurduğu ilişkiyi analiz odasında divana yatırmış ve izole etmiştir. Buna hem psikanaliz uygulamasında ihtiyaç vardır hem de psikanaliz gelişirken aynen bir ailenin çocuğunu koruması gibi psikanalizin korunmaya ve yalıtılmaya ihtiyacı olmuştur. Psikanaliz büyüyünce çocuklarla yapılan çalışmalar ile Winnicott ve şizofrenlerle psikanalitik çalışmaları ile Searles gibi psikanalistler çevreyi ve çevre ile etkileşimleri ruhsallığın psikanalitik yorumuna katmışlardır. Winnicott, “bebek diye bir şey yoktur” diyerek bebeği ancak annesi ile ilişkisi içinde düşünebileceğimizi ve anlayabileceğimizi göstermiştir. “Olgunlaştırıcı Süreçler ve Kolaylaştırıcı Çevre” başlıklı kitabında bu durumları açıklamıştır. Winnicott’ın yayınları Türkçeye çevrilmiş olsa da Harold Searles’ın hemen hemen hiçbir çevirisi yoktur. Halbuki ülkemizdeki ruh sağlığı çalışanları onun “Karşıdaki kişiyi delirtme çabası” başlıklı yazısını bilse hem hastaları hem de toplumsal süreçlerimizi daha iyi anlayabilir.

Çevrenin insanlar üzerindeki etkisini ve nesne olarak çevrenin kendilik ve nesne ilişkisindeki rolünü araştırırken karşıma Celal Odağ’ın Yaşar Kemal ile ilgili yazısı çıktı. Odağ, Yaşar Kemal’i derin bir biçimde yorumlamıştı. Onun yorumu beni Yer Demir Gök Bakır’a götürdü ki Yaşar Kemal de Anadolu insanının ruhsallığını, psikolojik olarak gerileyen bir köy çerçevesinde derin ve gerçekçi bir biçimde betimlemiş, usta bir psikanalist gibi çözümlemişti. Geçen yıl Simyacı üzerinden ortaya attığım obsesif kompulsif konum dinamiklerinin gerilemeye yönelik ögeleri bu romanda daha gerçekçi bir biçimde betimlenmiştir. Obsesif kompulsif konum büyüsel düşüncenin geliştiği ve ikincil süreç düşünceye, düşlemle oynayarak ve tümgüçlülüğü çalışarak hazırlanılan bir dönemdir. Obsesif kompulsif konumda tümgüçlülük ve sağlıklı narsisizm arasındaki geçiş nesneler kullanılarak işlenirken gerçekliğe uyum gücü artar. Gerçekliğe uyum artıkça düşlemin sınırları belirginleşir. Şimdi size, Celal Odağ’ın bıraktığı yerden Yer Demir Gök Bakır’daki kendilik ve nesne ilişkilerini irdeleyeceğim.

BORÇLULUK VE DEĞERSİZLİKTE BİRLEŞME

Roman, Torosların Yalak köyünde geçer. Kış mevsiminde esen şiddetli boranlar köye duvarlar örmüştür. Yazları pamuk toplayarak geçimini sağlayan köylü önceki yaz iyi para kazanamayınca Tüccar Adil Efendi’ye borçlarını ödeyememiştir. Borçluluğun sıkıntısı içinde Adil Efendi’nin gelip tüm varlıklarını ellerinden almasından korkarlar. Borçlarını ödeyemeyince geleneği bozduklarından ve ahde sadık kalamadıklarından utanırlar. Aslında önceki yaz Koca Halil ve Muhtar Sefer köyü bereketsiz bir tarlaya götürmüş, Taşbaş ne dediyse bu işte bir oyun olduğunu köylüye anlatamamıştır. Sonrasında köye dönüldüğünde ve kış geldiğinde Taşbaş hem Koca Halil’e hem köylüye tavır alır. Köylünün yaşlı kadınlarından Meryemce de Koca Halil’e çok sert konuşur. Koca Halil, köylünün onu öldürmesinden hatta onu yemesinden korkar ve oğluna öldüğünü ilan ettirir. Köyde Koca Halil için mevlüt okunurken Meryemce iyice çıldırır ve bir daha köylü ile konuşmamaya yemin eder. Gençken Koca Halil bir hırsızdır ve bunun bilinmesine rağmen köylü Meryemce’nin gerçeği haykırışını duymamaktadır. Köylü, gerçeği duymak istemez, gerçek acıdır, çaresizlik hissettirir. Gerçekliğin getireceği içgörü ve hesaplaşmadan sürekli kaçınırlar. O kadar kaçınırlar ki pamuksuz, parasız kalmanın yarattığı zorluklara katlanmayı göze alırlar. Borçlu olmak köylü için korku ve çaresizlik yaratan bir konudur. Roman boyunca borçluluktan kurtulmak için akılcı bir çözüm üretilemez. Taşbaş ve Ali dışındaki köylüler zayıf benlik özellikleri gösterirler, sihirden ve bir kurtarıcıdan medet umarlar. Korku ve çaresizlik artıkça, benlikleri daha da güçsüzleşir, ruhsal gerileme, büyüye yöneliş, yanılsama ve gerçeklikten kopuş şiddetlenir.

Borçluluk, fakirliğin bir ögesidir. Deniz Yükseker’in “Toplumsal tutkal olarak borç ve borçluluk” makalesinde belirttiği gibi borçluluk aynı zamanda topluluğu bir arada tutan bir etkendir. Borçluluk çatısı altında Yalak Köyündeki iyi ve kötü tüm köylüler bir araya gelirler. Bu açıdan borçluluk, olumsuzlukları işlemeyi kapatan ve baskılayan bir görev üstlenir. Borçluluk, “O bana vermişti ama ben ona hakkını veremedim.” açısından bakılırsa sıklıkla tanık olduğumuz bir anne-baba ve çocuk ilişkisini tanımlar. Anne-baba, özellikle de depresif ve bağımlı olanlar “Biz sana baktık, sen de yaşlanınca bize bakacaksın.” yaklaşımıyla çocuklarına bitmeyecek ve hiçbir zaman ödenemeyecek bir borçluluk yüklerler. Yükseker’in söz ettiği piyasadaki “açık hesap” kavramı temel anne-baba-çocuk ilişkisinde kodlanır. Açık hesap, karşılıklı alışverişin yarattığı şükran duygusu ile bir tamamlanmışlık hissedilmesini engellerken açık bir yaraya döner ilişkide. Anne-baba-çocuk ilişkisindeki borçluluğun bir diğer yüzünü bağımlılık ilişkileri içindeki hastalarımızın iyileşme döneminde görürüz. İyileşen, bireyselleşen ve açık hesaplarını yavaş yavaş kapatan hasta anne-babasına, çocuğuna ya da eşine karşı suçluluk duyar, ihanet ediyormuş gibi hisseder. Kendi başına olmayı, kendi bütçesini ve ekonomisini düzenlemeyi bencillik ve hainlik olarak görerek utanır. Eğer bencillik ve utanç hisleri işlenmezse bağımlılık ilişkisine ve bitmeyen borcunu ödeme görevine geri döner. Bu açıdan borçluluk üzerinden kurulan ilişki ayrılık kaygısına, dağılma korkusuna ve yetersizliğe karşı kullanılan ilkel bir savunmadır. İlkeldir çünkü temelde annenin yetersizliğinden ve bireyleşememesinden, babanın sınırlama ve bütünleştirme gücündeki eksiklikten yani ikisinin de ruhsal açıdan fakir olmasından kaynaklanır. Kaygıyı azaltma ve bireyselliği destekleme yönünde değil suçluluğu ve bağımlılığı artırma yönünde çalıştığı için geliştirici olmayan bir savunmadır. Bir diğer yönden borçluluk, bir ideale ulaşmaya yönelik değil mazoşistik bir çileyle değersizlik içinde kalmaya yöneliktir. Borçluluk, içinde taşıdığı sado-mazoşistik yapılanma ve huzursuzluk ile sömürüye açık bir olgudur. Aile yapılanmasının sevgi ve şükran duygusu üzerinden kurulamadığı evlerde örtük ve dolaylı söylemlerle kolaylıkla sömürmek için kullanılır. Yükseker yazısında çok önemli bir meseleye daha değinmiştir: borçlu hissetmemek. Borçluluk üzerinden kurulan ilişkiler sağlıklı bir ayrışma ve ilişki dinamiği yaratmadığı için borçlu hissetmemeye, vicdan azabı yaşamamaya, bir çeşit arsızlığa yol açabilir. Hatta “ustalaşmış borçlu” kendisinde borçluluk yaratmaya çalışanı borçlu çıkarma yetisi geliştirir. Yer Demir Gök Bakır’da bu durumun tersine dönüşü borçluluktan yılıp vahşileşebilecek köylülerin onları yiyerek canlarını almasından korkan Adil Efendi’de ve Koca Halil’de kendini gösterir. Sado-mazoşistik ilişki beklenmedik bir yerde tersine dönme özelliğine sahiptir.

Üretici ve geliştirici bir ideale yönlendiren liderler ve babalar olmadığında toplum borçluluk gibi felaketleri ve farklı değersizleştirici ögeleri bütünleştirici bir etken olarak kullanmaya çabalayabilir. Yalak köyünde borçluluk, fakirlik ve sert kış köyü, birlikte mücadele etmede birleştirir. Ama bu mücadelede aklı ve gerçekliği kullanarak topluma liderlik edebilen onurlu bir lider ortaya çıkamaz. Toplumun önde gelenlerinin benlik gücünün ve liderlik kapasitesinin yetersizliği, onursuzluğu ve vicdansızlığı köylüyü sado-mazoşistik döngülerin, borçluluğun ve felaketlerin içine hapseder.

Yaşar Kemal romana, abi ve kız kardeş arasındaki sado-mazoşistik ilişki ile, yalın ayak odun toplamaya giden sert Hasan ile “yumşacık” Ummuhan kardeşler ile başlar. Yaşamak için nesnelere, oduna ihtiyaçları vardır. Hasan’ın kavgacılığı ile Ummahan’ın ilişkiyi dengeleme çabalarını okur içinde yaşar. Abi-kız çatışması kadın-erkek çatışmasının tipik bir örneğidir. Yürürlerken Hasan, sözcükleri birer taş gibi atar Ummahan’a onu kızdırmak ister. Sevdiğinden yanıt gelmeyince pişman olur.

BÜYÜSEL DÜŞÜNCE

Ummuhan Hasan karşısında çaresiz kalınca babasına sığınır, Hasan’ı babasıyla korkutur. Hasan korkunca önce baltasına sonra büyüye sarılır. Hemen aklına, sadece Koca Halil’in yakalayabildiği yanardöner yer altı kuşu gelir. Kuşun büyüsü yakalanamamasındadır. Bu kuşun gagasını taşıyanı da nazar yakalayamaz, kısmeti bol olur. Bu kuşun gagası ile her şey korunabilir Hasan’a göre. Hasan, çocukluğu ile büyünün gücünü gözünde iyice büyütür. Küçük aklıyla büyüklerin çaresizliklerine çareler arar. Yaşar Kemal nesneler dünyasında olağanüstü bir sezgi ile aşağılara iner: nesne olarak kardeşten kelimelere oradan baltaya ve en sonunda tümgüçlü büyülü kuş gagasına geriler. Tümgüçlülük ve büyüsel düşünce fakir Yalak Köylüsünde baskındır.

Büyüsel düşüncede kişi; düşüncenin, eylemin, sözün, simgenin, bir canlının ya da cansız bir maddenin özel güçleri olduğuna inanır. Tümgüçlü olan düşüncedir aynı zamanda benlik, düşünce ve eşyayı birbirinden ayrıştıramamaktadır. Dış dünyanın nesneleri özdeşim ile ruhsal dünyanın birer ögesi olurlarken iç dünya genişler ve dış dünya içeri alınır. Sophie De Mijolla-Mellor (2005) bunu “doğanın olgularını insanın arzularının nesnesi yapmak” biçiminde yorumlar.[1] Çocuğun bilme ve anlama dürtüsü kendine özgü bir evren sistemi yaratmasına neden olur. Sophie De Mijolla-Mellor çocuktaki tümgüçlü düşünceyi doyum veren nesnenin eksikliklerini aşma arzusuna bağlar. Buna korku ve küçük düşmüşlüğü eklemeliyim ki benlik kendilikteki küçüklüğün korkusunu aşmak için sınırlarını bedenin dışına genişletmiştir. Zaten o sıralarda çocuk henüz benliğini sınırlandıramaz.[2]

FREUD VE BÜYÜSEL DÜŞÜNCE

Freud, büyü konusuna Totem ve Tabu’da (1913) detaylıca değinir. İlk ele aldığı nokta tabu nesnesinin ya da kişisinin büyüsel güce sahip olmasıdır.[3] Büyüsel gücün ayartma kapasitesinden kaynaklandığını ve bulaşıcı olduğunu belirtir. Dokunma, büyüde önemli bir ögedir. Büyüsel nesnenin etkisi olabilmesi için ona benzemeli, dokunulmalı ya da kişinin üzerinde taşınmalıdır. Büyüsel nesneyi taşıyan kişi dokunulmazlık kazanmakta ve tabuya dönüşmektedir. Diğer yandan büyünün telepatik yani uzaktan etki eden bir gücü de vardır. Bulaşma ve telepati, kendilik ve nesne arasındaki bağın gücünü, kaynaşmışlığını veya ayrışmamışlığını gösterir. Freud burada düşüncenin tümgüçlülüğünü tanımlamış ve bunun obsesif nevrozdaki varlığının altını çizmiştir. Obsesifler şeytani arzuların temsilcisi olan cinsellikten uzak durarak büyüsel bir savunma kullanmaktadırlar. Obsesif nevrozda düşüncenin yapmakla eş tutulacak kadar büyüsel bir gücü olduğunu biliyoruz. Bununla beraber obsesifler, takıntılarını yok etmek için kompulsiyonlarının büyüsel gücüne de inanırlar. Daha sonra Freud, sanatın büyüleyiciliğine değinirken başlangıçta sanatın büyücülükle oluşabilmiş olabileceğini söyler. Burada belirleyici bir tespitte bulunur ve şöyle der:

“Büyüsel düşünme biçimine devam ettiği için ilkel insan önermelerinin yanlışlığını anlayamaz.”

Büyüsel düşünme biçiminde düşünce, gerçekliği değiştirme gücüne sahiptir. Benlik, birincil çocuksu narsisizm düzeyinde tümgüçlü bir biçimde dış gerçekliği yönettiğine inanırken iç-dış ayrımı ile kendilik ve nesne ayrımı karışır. Bu açıdan büyüsel düşünce birincil düşünme sürecine yakındır. Freud, obsesif nevroza ve sanata ek olarak çocuklarda, ilkel kabilelerde, psikozda, narsisizmde de görüldüğünü belirtir. Bunlara manik savunmaları, kumar ve bağımlılığı, sapkınlığı, histerik nevrozu, rüyayı, masalı, miti, dini, geleneği ve yasayı katabiliriz. Yani büyüsel düşünce yaşamın içinde varlığını sürdürür. Aynı zamanda büyüsel düşünme biçimine ulaşmış birisi yalıtım savunma mekanizmasını kullanabilir. Böylelikle ikincil süreç düşünme biçimiyle beraber büyüsel düşünmeyi yalıtılmış halde sürdürebilir. Zaten bu aynı zamanda bilinçdışının ve oyunun oluşum dinamiklerindendir. Jacobson (1964) büyüsel düşünce ile, bilinçdışında kişinin kontrol edemediği süreçlerin “birisinin” kontrolünde olduğu yanılsamasını sürdürdüğünü belirtmiştir. Büyüsel düşünce ile tabunun oluşumu topluluk tarafından kabul edilir, gerçekliğe taşınırsa yasaya başlangıçtaki olağanüstü gücünü verir.

Anne ve çocuk arasında tümgüçlülük büyüsü ve yanılsaması vardır. Anne, çocuğunu ideal görürken preödipal dönemdeki çocuk için yalnızca anne-babası vardır ve onlar tümgüçlüdür, idealdir. Buradaki büyüsel düşünce, henüz nesne sürekliliği olmayan çocuğun anne-babası ile ilişkisini sürekli kılar. Tümgüçlü ebeveyn tasarımına boyun eğme ve teslim olma ise onunla büyüsel bir biçimde birlik olma ve kaynaşma düşlemini tatmin eder, özdeşimi destekler. Jacobson, benliğin gerçekliği kabul etmesi ile birlikte ülküleştirilmiş ve büyülü kendilik ve nesne ilişkilerinin soyut kavramlar halinde kalarak benlik idealini oluşturduğunu belirtir. Yalak Köyündeki borçlu olma ve geleneği yıkma korkusu benlik idealindeki sertliği göstermektedir. Taşbaş buna çok isyan etmiş ama yararı olmamıştır. Jacobson, kendilik ve nesne ilişkilerinin narsisistik yönleri bırakıldığında büyüsel kaynaşma düşlemlerinin sona erdiğini ifade eder. Yalak köyünde ve ülkemizde narsistik gereksinimler doyurulamamakta ve büyüsel düşünce bırakılamamaktadır. [4]

Dürtüler, savunmalar ile bastırılamazsa üstbenlik, arzu yüklü büyüsel kendilik ve nesne imgelerinden ayrıştırılamayan somut bir kişi olarak kalır. Yani üstbenlik yerine üstbenlik rolü oynayan biri bulunur. Bu durumun bir diğer özelliği benlik-üstbenlik ilişkisinin sadomazoşizmidir. Psikolojik gerileme sırasında, analizde olduğu gibi, arzu yüklü büyüsel kendilik ve nesne imgeleri canlanır ve üstbenlik somut bir kişiye yakınlaşır. Yer Demir Gök Bakır’da borçlu kalma ve ödeyememe, sert geçen kışın yarattığı yalıtım, pamuk toplamaktan başka para kazandıracak bir üretim yapamamak ve bir çeşit bağımlılık içinde olmak köy halkına psikolojik bir gerileme ortamı yaratmıştır. Bu gerileme içinde çocuksuluk ve büyüsel düşünce canlanmıştır. Adil Efendi, Muhtar, Taşbaş, Meryemce somut ve sadistik üstbenlik temsilcileridir. Bu yaşantıların benlik kullanılarak düzenlenememesi gerilemenin sürmesine neden olmuştur. Şu an Türkiye’de borçluluk, enflasyon, göçmen artışı, inşaattan başka üretimler yapamamak ve pandemi toplumu gerilemenin içinde tutmaktadır.

İÇSEL VE DIŞSAL DENEYİM

Roheim’a (1949) göre büyüsel düşünce libido ile oluşur. Büyüsel düşünce içinde dürtüsel yatırım taşır ama libido ve agresyon, iç ve dış tam olarak ayrışmamıştır.

Büyüsel yaratımların içinde bir inanç vardır. Önce inanç Winnicott’ın yanılsama aşamasında, oral dönemde oluşur. Bebek, annesinin kendisini ona sevgiyle adaması sayesinde kendine inanmaya başlar. “Ne istersem anında olur.” derken birincil narsisizm bir inanç olarak yerleşir. İkinci aşamada bebek annesine inanır. Annesinin onun için her şeyi yapacağına ve her zaman yanında olacağına inanırken anne-bebek ayrışması başlar, ilk yanılsama yavaş yavaş bozulur. Anal dönemde bu ayrışma artarken düşünceler büyüseldir. Ne çocuk her istediğinde istediği olabilir ne de anne her istediğini yapabilir ya da her zaman çocuğunun yanında olabilir. Olmayacakları olur kılan bu büyüsel inançlar nesne sürekliliğine temel oluştururlar. “Ne istersem anında olur.” düşüncesi, konuşmayla ve oyunla birlikte sihirli sözcüklerle, oyuncaklarla ve hareketlerle varlığını sürdürmeye devam eder. Roheim büyüsel düşünceyi mitolojiyle ilişkilendirmiştir. Ona göre geçmişte, mitolojide söylendiğinde olmuştur ve şimdi de olacaktır. Bu görüşünü Winnicott’ın yanılsaması ile yorumlarsam aslında oral dönemde bebek istediğinde her istediği olmuştur. Anal dönemde her istediği olmamaya başlarken, büyüsel düşünce ve oyun her istediğini yapabileceğini düşünmesini ve oynamasını sağlar. Çocuk büyürken “geçmişte istemiştim olmuştu” inancı ona güç verir. Roheim, büyüsel düşüncenin üçüncü özelliğinin taklit olduğunu öne sürmüştür. Çocuk, sihirli sözcüklerle bir büyü yaptığında annesi gibi tümgüçlü olmaktadır ya da çocuk anne yerine koyduğu oyuncak bebeği dövdüğünde annesi de acı çekecektir. Büyüsel düşünce oral açıdan anneyi inkorpore ederek, anal açıdan ise onun üzerinde egemenlik kurarak çocuğu etkinleştirirken özdeşimini sürdürmesini sağlar.

Bu yollarla büyüsel düşünce, gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmakla birlikte çocuğu gerçekle yüzleşmeye de hazırlar. Eğer bu hazırlık yeterli olmazsa işlemsel düşüncede kalınabilir ya da sahte bir kendilik gelişebilir. Büyüsel düşünce çocuğun farklı gerçeklikleri düşünmesine ve oynamasına olanak tanır.

Büyüsel düşünce ile çocuk yalnızca kendisine özel bir gerçeklik yaratmaz, gerçekliği narsistik açıdan katlanabileceği biçimde büker. Zor gelen gerçekliği kendine göre küçültür ve egemenliği altına alır. Büyüsel düşüncede yalnızca düşünce yoktur. Libido ve düşlem de vardır ve bunlardan yoksun kalan düşünce işlemsel düşüncedir. Büyüsel düşünce içinde; deneyim, dürtü ve bütünlük içerir. Ama deneyim ve duygular sıklıkla çaresizlik, korku, utanç gibi küçük düşürücü olumsuz ögeler taşırlar. Bunlar tersine çevrilerek tümgüçlülük oluşturulur. Yapma ve bozma büyülerinden yapma libidoyu, bozma saldırganlığı tümgüçlülüğü kullanarak egemenlik altına alır. Aynı zamanda benlik bütünlüğünü korur ve nesnelere yatırımını sürdürür. Büyüsel düşünce ile benlik, obsesif kompulsif konumda, kendiliği ve nesneyi tümgüçlülüğü ile korur, nesneler onun gücüne boyun eğerler. Yukarıda saydıklarım büyüsel düşünceyi paranoid şizoid dönemdeki sanrısal düşünceden ayırır. Depresif konumdaki nesneyi kaybetme kaygıları da tümgüçlü kontrol sayesinde var-yok oyunundaki haz ile ara alanın yaratımına dönüşür.

Hasan, kardeşi ile didişirken Ummuhan sıkışıp babama söyleyeceğim seni deyince önce baba korkusu sonra ölüm meselesine gelir. Hasan düşüncelere daldığında mağarada bulunan ataların kurukafası Hasan’ı ölüm konusunda sonra da kıyamet, yeniden diriliş, cennet ve cehennem konularında düşündürür. Bu defa güç Ummuhan’a geçer, bu nesnelerin hakimi Ummuhan’dır, o anlatır Hasan dinler. [5]

İÇSEL DENEYİMİ YÖNETMEDE GERÇEK NESNELERLE İLİŞKİ

Hasan’ın, kibrit ve sapan çatalı gibi nesneleri vardır. Nesnelerine değer verir. Odun toplamış, karşılığında bunları almıştır. Ateş yakabilmek ve kuş avlamak ilkel insanın doğada yaşamda kalmasını sağlayan ve nesne kullanması ile onu hayvanlardan ayıran özel güçleridir. Bu, nesne ilişkilerinin bir aşamasıdır. Hasan’ın benliği bir nesne yani kibrit kullanarak başka bir nesneye yani soğuğa karşı kendini savunmaktadır. Sapan kullanarak içindeki açlığa karşı kendini savunacaktır. Bu savunmalar üçlü ilişkiler düzlemindedir. Üçlü ilişkiyi Hasan’ın üşümesi, kibritle ateş yakması ve ısınması ya da Hasan’ın açlığı, sapanla kuş vurması ve doyması oluşturmaktadır. Hasan’ın benliği; cansız nesneler ile bedeninde hissettiği açlığa ve üşümeye karşı kuşu ve ateşi kullanarak kendini korumayı ve yaşamda kalmayı başarır. Bu aşamada benlik-bedensel kendilik-nesne üçlüsü oluşur.[6]

Hasan’ın bir özelliği daha vardır. Ateşin “yalım”larına bakar ve ateşten çıkan yalımları, peri saçına, kurt sürüsüne, orman yangınına benzetir. Hasan’ın benliği, nesne ve nesne yerine geçen simge üçlü bir ilişki oluşturur. Ateşi bir başka şeye benzeterek simgeleştirmeye yaklaşmaktadır. Yaşar Kemal buna ateşin kokusunu, çıtırtısını da ekleyerek algısal dünyanın aslında nasıl çoklu ilişkileri bütünleştirmeye yönelttiğini gösterir. Çok yönlüdür dünya. Bu, üçlü ilişkiye geçmenin bir diğer aşamasıdır. Çünkü ateşin yalımlarındakini bir tek Hasan görür. Üst düzey üçlü ilişki Hasan’ın ateşin sıcaklığında ısındıktan sonra yalımlarında gördüklerini Ummuhan’ın da görmesi ile ancak romanın sonunda gerçekleşir.

NARSİSİZM

Hasan ve Ummuhan'dan sonra okuyucu Koca Halil’in iç hesaplaşmalarının ve büyüklenmelerinin içine girer. Koca Halil büyük insan olduğu için suçu ve cezası da büyük olmalıdır. Koca Halil; alay edici, üstten bakan, utandıran, acımasız bir tasarımı yansıtır köylülere. Birincil ve ikincil narsisizm arasındaki farkı ve ilişkiyi öğrenmek isterseniz Yer Demir Gök Bakır'ı okumanızı öneririm. Bundan sonra bir de Özsevini Dokusu’nu okumalısınız. Birincil narsisizmde benlik, kendilik ve nesne ayrımı henüz gelişmemiştir. Bebek, annesi ve dünya iç içedir ve tüm yatırım bebektedir. Düşlem tümgüçlüdür ve kişi narsisizminin farkında değildir. Yalak Köyü halkının geneli birincil narsisizm aşamasına gerilemiştir. Tüm çevre, onlar için vardır. İkincil narsisizmde benlik nesneye libidinal yatırımını geri çekerek kendiliğine yöneltmiş ve diğerlerinin yanında yalnızca kendisini beğenmeye başlamıştır.

Köylünün Ermiş Taşbaş ile kaynaşmış hali, iç içe geçmesi ve onu duymamaları birincil narsizmdir. Koca Halil ve Muhtar Sefer ikincil narsisizmin örnekleridir. Koca Halil suçluluk ve utanç içinde dahi büyüklenmenin nasıl sürdüğünü ve ne kadar yıkıcılaştığını gösterir. Muhtar Sefer birincil narsisizmi aşmış, kendilik ve nesne ayırımına ulaşmıştır. Ama insanlar onun için cansız birer nesne gibidir ve onları yalnızca kendi arzusu için birer alet gibi kullanır. Kır İsmail'in kızı şehvetinin, Adil Efendi büyüklenmeciliğinin, Çakal Memidik saldırganlığının nesneleridir. Bu nesnelerle bağlantılar “maşa” nesneler ile kurulur, Muhtar elini kirletmez. Kır İsmail'in kızını karısı ile çağırır, Adil Efendi ile görüşmeyi başkalarına yaptırır, Çakal Memidik'i Kısacık Musa’ya dövdürtür. Nesneler küçümsenir ve aşağılanır. Koca Halil oğlunu, gelinini, torunlarını aşağılar. Muhtar Sefer ise ilgilenir gözükürken bile aşağılamaktadır.

VAR-YOK OYUNU

Borçluluk sorunu sürekli ortadadır. Muhtar Sefer karşısındakini kandırma kapasitesine güvenerek çocuksu bir çözüm bulur borçluluğa ve herkese eşyalarını saklamasını söyler. Köylü, çocuk gibi bu oyuna katılır. Bu saklambaç oyunu büyüsel düşüncenin izlerini taşır eşyalar saklandığında yok, ortaya çıktığında var olacaktır.

Saklamak haz verir, kısa bir süreliğine korkudan kurtarır ve coşku yaşatır. Köyü mutluluk sarar, eğlenililir. Üç kişi nesnelerini saklamaz, Adil Efendi’nin suç ortağı Muhtar, aklın simgesi Taşbaş ve eşya saklama işinde saklayacak bir eşyası olmadığını fark eden Recep. [7]

Diğer köyler Yalak köyünde eşyaların saklandığını duyunca muhtar utanır. Artık herkes onunla alay edecektir. Diğer yandan nesneler ile yaşam onları saklayarak ve gizli tutarak süremez. Beklemenin ve saklamanın gerilimi sonunda isyan ettirir.[8] Bir gerilim daha manik bir coşkuyla boşalır ama sonlanmaz. Bu köyün bir özelliği birbirinden zıt duygulara hızla geçebilmesidir. Bir rüyada olduğu gibi sahneler, kişiler hızla farklılaşıp rol değiştirebilirler. Geneli bunu yadırgamaz, sorgulamaz da.

KÖYÜN LANETİ

Taşbaş doğruları söyledikçe Muhtar Sefer’in öfkesi ona yönelir. Ama Yaşar Kemal iyi olan ve umut veren akıllı nesneyi koruyup zayıf düşürmese de köylünün bilinçdışı onu yavaş yavaş yutacaktır. Taşbaş; köylüye, muhtara kandıkları, onun peşinden gittikleri için kızar, söylenir, lanet okur. Köylü 7 yaşındaki bir çocuk gibidir. Taşbaş, muhtarın kötü niyetini anlamış, köylüleri uyarmış, köylüler onu dinlemediği için dedikleri bir bir çıkmıştır. Taşbaş köylünün akılsızlığının, sebepsizliğinin uğursuzluk olduğunu anlamıştır: “Çok kuş sürüsü gördüm ki, bizim köyün üstüne gelince yollarını değiştirdiler. Neden ki dersen, bu köyde korku var, yılgınlık var, ölüm var, salgın var.” der.

Köylünün akılsızlığı ile nasıl Muhtar Sefer’in her dediğini yaptıklarını haykırır. Malları sakla deyince saklayınca, çıkartın deyince çıkartınca, Sefer’in oyuncak nesnesi olduklarını haykırır. “Geleneği, korkuyu bırakın, aklınızı başınıza alın!” diye haykırır. Düşünün diye haykırır. Gelecek belaları sayar. Bu sefer köylü Adil Efendi’nin yanında Taşbaş’tan, onun sözlerinin çıkmasından korkmaya başlar. Taşbaş’ı öldürmeyi düşünürler. Çünkü çok acı, sert, aşağılayıcı ve suçlayıcı konuşur. Suçlamalarında haklıdır. Yalak Köyü uğursuz ve lanetlidir. Uğursuzluk ve lanet, bir bela tekrar tekrar kişinin başına gelmesiyle ortaya çıkar. Akıl, iç ve dış dünyadaki sebep sonuç ilişkilerini kavrayamazsa aynı sorunları yaşamayı tekrar eder. Yani lanetin aslı, akıldan ve içgörüden yoksunluktur.

FELAKET, SEVGİNİN DONMASIDIR

Yaşar Kemal romanında aşka çok incelikle yer vermiş, aşkın önemini derinden hissettirmiştir. İki kişiyi birbirine coşkuyla bağlayan aşk ve sevgi bu köyde çok yalıtılmış bir biçimde Hüsne ve Recep’e mahsustur. Yalak köyünün bir özelliği birbirlerini sevememeleri daha çok saldırganlık ve öfkenin egemen olmasıdır. Köyde suçu kendinde arayan da çok azdır. Bunlardan biri olan Hüsne, gizli aşkının ve sevişmenin suçluluğunu hisseder.

Buraya kadar romanda çocukların kavgası, köylünün çocukluğu, Koca Halil, Meryemce, Muhtar Sefer ve diğer tüm çatışmalar katlanılabilir düzeydedir. Taşbaş umutsuzdur ama umutsuzluğunu haykırışı bile bir umut verir insana. Bir gece, Hüsne’nin şehvetinin büyüsüne kapılıp onun arzusuna uyan Recep sonunda köyden kaçmaya ikna olur. Geride kalanlar köyde, onlar yolda perişan olurlar. Böylelikle Yaşar Kemal sevgi nesnelerini ve sevgiyi köyden çıkartmış olur ki öykünün insanı umutsuzluğa gömen kısmı burasıdır. İki sevgilinin donması insanı çökertir. Asıl felaketin sevginin ve tutkunun donması ve ölmesi olduğunu insanın yüreğine çarpar.

Gerçekleri tüm saflığıyla haykıran, herkesi kendi gerçek kendiliğiyle ve acı kayıpla yüzleştiren köyün delisi Vurgun Ahmet olur. Ev ev dolaşır hem Recep ve Hüsne’nin, aşkın, sevginin öldüğünü vurur köylülerin yüzüne hem de herkesin yanlış ama Taşbaş’ın doğru olduğunu. Bütün köy bunu bilir, ama yine gerçekliği bir kenara iterek Vurgun Ahmet ile Taşbaş arasında geçenleri konuşurlar sadece. Sadece konuşurlar.

DELİRMEYE KARŞI BÜYÜSEL DÜŞÜNCE

Taşbaş’ın büyüsel gücünün ortaya çıkışı romandaki sevgililerin ölümünden sonra olur. Sevgi, aşk ve tutku ölünce, bilincinde olmasa da köylünün var olma ve bir bütün olarak yaşama umudu iyice bitmiş, deli Vurgunun ortaya çıkışı delirmenin sınırına geldiklerini göstermiştir.

Köy, deliliğe karşı kendisini ermişin büyüsüne, bir mucizeye inanmakla savunur. Taşbaş’ın bildikleri akıl yürütmektir ama aklını kullanmayan köylü bunu ermişlik zanneder. Büyüsel düşünce şizo-paranoid dağılmaya karşı bir çözüm olurken tümgüçlü, ideal ve somut bir nesne olarak Ermiş Taşbaş’ı ortaya çıkartmıştır. “Taşbaş”ın isim olarak canlı ve cansızın iç içe geçmesini simgelemesi de anlamlıdır. Bir açıdan da aslında köylünün kendisi taş kafalıdır.

Taşbaş büyütülür de büyütülür. İdealizasyonu zirve yapar, soyu sopu kutsallaşır. Dedesinin nasıl taştan bir baş olduğu, büyüleri çözdüğü anlatılır. Başka başka efsaneler onda toplanmaya başlar. Taşbaş reddettikçe alçakgönüllü olur. Büyü nesnesi olmaktan, tabulaşmaktan kendisini kurtaramaz. Köylüler onun her şeyi bilmesini, her hastalığa, ölüme bile çare olmasını ister. Her kurtuluş isteği ayrı bir efsane yaratır.

Köylü Taşbaş’ı ermiş yapınca muhtarı anında unutur. Muhtar ne yapsa kendini merkeze koyup gündeme oturamaz. Gözden düşmüştür. İdeal ve kurtarıcı nesne hızlıca değişmiştir.

Köylünün infantil düşlemi ilk anne ve babanın büyüsel buluşmasına gider Taşbaş’ın dedesi ve Sarıkız, mucizeleri ile birlikte bir araya gelirler. Muhtar Sefer köylünün bu masala inanmadığını, çünkü Sarıkız’ın hiç evlenmediğini söylediklerini duyunca korkar. Çünkü köylü masalı ciddiye almıştır. Masal bu dememiş, gerçek bir olay gibi sorgulamıştır. Bugün paranoid komplo teorilerinin gerçekmişçesine ciddiye alınması gibi.[9]

Muhtar Sefer kurtulmak için Taşbaş’ı “candarma”ya şikayet eder. Candarma romandaki tek kurumsal yapıdır. “Atom devrinde hala büyü yapmak suçtur.” demiştir candarma. Taşbaş bunu kavramakta zorlanır: “Keramet değil miydi bilimi yapan?” diye sorgular içinde.

YAŞAMDA KALMA NESNESİ

Taşbaş kendi üzerine düşünmeye başlar. İyilikleri ile ermişliği arasındaki bağlantıyı düşünür ve kendine hak vermeye çalışır. Ermişlik ile yoksulluk, çaresizlik ve açlık arasındaki ilişkiyi bilmektedir. Ermişi fakirler yaratmaktadır. Çaresizlik içindeyken bir ermiş yaşama inancı vermektedir. Önce Muhtar sonra Taşbaş köylünün yaşamda kalma nesnesi (survival object) olmuşlardır.

Ermişliğin sonu kötüdür çünkü ermişlik fakirler ile hükümet arasında kalmasına neden olacaktır. Yüzbaşı, Taşbaş için cezalandırıcı ve yargılayıcı bir üst nesne, bir üstbenlik olarak sahnededir. Taşbaş’ın özdeğerlendirmeleri gerçekliğe daha yakındır.[10] Taşbaş, Allah’ın ona bir işaret vermesini ister, aklı için kanıt arar. İşin içinden çıkamaz, kaçmaya çalışır ve o da bir dostunu kendi “yaşamda kalma nesnesi” yapar.

KÖYLÜNÜN HUZURSUZLUĞU

Yukarıda Yalak köyünün huzursuzluğunu ve çaresizliğini artıran birçok etmeni değerlendirdim. Kapalı bir sistem olarak köyden kaçamama, köyde çaresizliğe ve borçluluğa hapsolma huzursuzluk kaynaklarıdır. Yalak Köyü topluluğunun çaresizliğe ve borçluluğa kalıcı çözümler üretemeyen zayıf benlik özellikleri vardır. Büyüsel düşünce, açgözlülük ve birincil narsisizm yüzünden köylü düşüncelerini gerçekçi bir biçimde sorgulayamaz. İyi ve kötü nesneler, liderler ve durumlar hızla yer değiştirirler[11].

Yalak köyünün önde gelenleri akılcı çözümler üretemeyecek kadar açgözlü, bencil ya da yetersizdir. Topluluğun kendi kendini sömüren dinamikleri vardır. Liderler bu dinamikleri değiştiremezler.

Kızan ve susan inatçı Meryemce ve diğer kadınlar kadınlıklarını gösteremez. Dişil karakterler hem etkisizdir hem de çiğ çiğ yiyebilecek kadar saldırgan, günlerce konuşmayacak kadar inatçıdırlar.

Romanda okul ve kitap yoktur. Dini ya da resmi eğitimle ilgili hiçbir iz görülmez. Belli ki köy enstitüleri henüz açılmamıştır. Topluluk, kurumsallaşma düzeyine gelememiştir. Liderler onurlarını koruyamadıkları gibi yönetici işlevlerini yücelterek kalıcı bir kurumsal yapı oluşturmaktan uzaktırlar. Liderler “kişi” olarak işlev görürler ve kendi canlarının derdine düşmüşlerdir.

Yalak köyünde sanat yalnızca eğlence için vardır. Üretken bir kültür ortamı ve ara alan olarak değil, yalnızca gerginliğin boşaltımı için kullanılır. Sanat, bilinçdışının ilkel ögeleri ile bağlantı kurmak ve bunları işlemek için de kullanılamaz. Din de işlevsizdir. Bir ölümün ardından mevlüt okuma biçimindeki dini gelenek yas tutma amacıyla değil kandırma amacıyla kullanılır, sahtedir. Koca Halil için mevlüt okunurken Meryemce, sanki mevlüt somut bir nesneymiş gibi konuşur. Soyut düşünceye geçiş tam gerçekleşmemiştir. İç ve dış ayrımı tam oturmamıştır. Nesneleri, ilişkileri ve çözümleri topluluk yararına kullanamamaktadırlar. Bunun yerine bir yaşamda kalma mücadelesi içindedirler. Benlik gücü, yaşamda kalma mücadelesini egemenliği altına alamaz ve güvenilir bir gelecek yaratamaz.

Fakirlik önemli bir etkendir. Fakirlik, bir nesne olarak parayı kendi yararına kullanamamaktır. Bir kurtarıcı, bir ermiş çıkartan yalnızca parasal fakirlik değildir. Tüm bu sorunlar köylüyü ruhsal olarak fakirleştirir. Ruhsal fakirlik köylünün çocuksu ve ilkel kalmasına neden olur. Fakirlik borçluluğu ezici bir etkene dönüştürmüştür.

Sonuç olarak Yalak Köylüsü ayrışmayı ve birleşmeyi, sevgiyi ve üretmeyi sağlayan bir ilişkiye ve ortama dönüştürememektedir. Bunu yapamadıkça lanet peşlerini bırakmaz, köyden ve gerçeklikten kaçış, kurtuluş yolu olarak görülür.

 


[1] Büyüyü narsisistik sistemle, animizmi ölümün anlaşılmaya başlanmasıyla ilişkilendirir.

[2] Sophie De Mijolla Mellor büyüsel düşünce konusunda çalışan önemli bir psikanalisttir ve Türkçede Paranoya adlı kitabı vardır.

[3] Yasanın öncülü olan tabu büyüseldir.

[4] Dünyaya yön veren bir ülke olarak Türkiye, borç yapma konusunda da liderliğe oynar. Dünyanın en büyük tünel ve köprülerini yapabilen iktidar; et, süt, yumurta üretimini organize etme konusunda sınıfta kalmıştır.

[5] Canlı insandan kalan cansız kurukafa bu defa Hasan ve Ummuhan’ı ölümden sonra yaşamın ara alanına götürmüştür.

[6] Hanna Segal, simge oluşumdaki üçlü ilişkiyi simgesel denklik üzerinden açıklamıştır. Hasan gördüğünü bir şeye benzetmektedir ama ateşin kokusu, ısıtması ve sesi de vardır,

[7] Zaman geçtikçe saklama işi yorar.  Meryemce düştüğü durumu ve Adil Efendi’yi mağaraya şikayet eder, danasını mağaraya emanet eder. Mağara koruyucu bir nesne olarak rahmin özelliklerini taşır, tümgüçlü, büyüsel, animistik bir niteliği vardır Meryemce için.

[8] Meryemce üstüne giyip giyiştirip takıp takıştırdıktan sonra dışarı çıkar. Kel Aşık ve Kör Abdal saz çalar. Hep birlikte türkü söyler, oynarlar. İnsanlar kendisini tutmuş tutmuş ve sonunda bırakmıştır.

[9] Kendisini bilen Taşbaş, yaşananların gerçekliğini değerlendirebilen tek kişidir. Ailesi bile ona farklı bakmaya başlamıştır. Çocuklarını sevemez olmuştur, ondan çekinirler. Köylüyle dalga geçmek için yaptığı şakaları karısı gerçek zannedip köye yayar. Büyüsel düşünce sözü somutlaştırmakta ve Taşbaş’ın elini kolunu bağlamaktadır. Taşbaş tam bir tabu nesnesi halinde taşlaşmıştır.

[10] Kendine gerçekçi ve kanıta dayalı bir bakış yalnızca Taşbaş’ta vardır.

[11] Buna karşın romanda konuşmalardaki ikilemeler dikkat çekicidir. Bir düşünceye takılmanın izlerini taşırlar.